
Yıl 1937, Atatürk Dolmabahçe Sarayı’nın denize bakan balkonunda sabah kahvesini içiyor. Hava ılık, deniz buruşuksuz. Bu bahar sabahında boşluktaymış gibi hafif ve ferah hissediyor insan kendini. Yağız bir kayıkçı, kürekleri aheste aheste çekerek sarayın önünden geliyor. Bu bahar havası, içindeki aşk ve hasret hislerini kımıldatmış. Yanık yanık, hazin hazin bir şarkı okuyor;
Sarı kurdelem sarı
Dağlara saldım yari
Dağlar kurbanın olam
Tez gönder nazlı yari
Yandım hey vallah yandım esmerim
Ben esmeri badem ile fıstık ile beslerim
Ve Atatürk bu melankolik melodinin tesirinden dakikalarca kurtulamıyor. O gece Safiye Ayla‘ya; Bu sabah balkonda kahve içerken bir sandalcının Sarı kurdelem sarı diye tutturduğu şarkıyı dinledim, melodi çok hoşuma gitti diyor. Ve bu şarkıyı o gece üç defa tekrar ettikten sonra, Selâhattin Pınar‘a soruyor:
– Bu şarkının bestekârı kimdir?
– Fahri adında bir genç paşam.
– O halde bestekârından da dinleyelim bu şarkıyı.
Fahri Kayahan, Atatürk’ün huzuruna giriyor, ellerine sarılıp öpüyor. Kendisine saz heyeti arasında yer gösteriliyor. Nubar Tekyay, Şükrü Tunar, Necâti Tokyay, Selâhattin Pınar ve Safiye Ayla oradadır. Masanın üzeri fındık, fıstık ve bademle doludur.
“Haydi” diyor Atatürk, “İşte fıstık, işte badem. Başla bakalım!” Fahri Kayahan, şarkısı: “Ben esmeri badem ile fıstık ile beslerim” diye bitirince, Ata mırıldanıyor. “Ben olsam kaymakla beslerim.”