Hacı Sâdullah Ağa

XVIII. yüzyılın sonu ile XIX. yüzyılın ilk yarısı içinde yaşamış, hayât hikâyeleri ile eserleri birbirine karıştırılmış birkaç Sâdullah adına rastlanır.

Değişik kaynaklarda “Sâdullah Ağa, Sâdullah, Sadullah Efendi, Hacı Sâdullah Ağa”olarak söz edilen bu kimselerin, mûsikî ile ilgili olmayan Sâdullah’larla karıştırılmış olmaları mümkündür. Çünkü Enderûn’da bu isimde çok insan yaşamıştır.

Enderûn tarihi, mûsikî risâleleri, şarkı mecmuaları ile vak’anüvislerin kayıtlarında bu gibi isimlere rastlanması araştırmacılar tarafından çeşitli yorumların yapılmasına yol açmıştır.

Nitekim “ağa, efendi, hâfız, hacı” gibi sıfatların gelişigüzel kullanılmasının pek çok karışıklığa neden olduğunu görmekteyiz. Bunun için bu gibi tahminlere kuşku ile bakmak gerekiyor. Zaten ileri sürülen belgelerdeki bilgiler de çelişkilerle doludur.

Sadece bir iki eser besteleyerek mûsikî tarihimizde adından söz ettiren mûsikîşinasların bulunuşu, bu kuşkuları arttırmaktadır;

Rifat Bey ile Hâfız Rifat Efendi’nin karıştırılması gibi. Sözün kısası Sadullah Efendi ile Hacı Sâdullah Ağa da bu gibi bestekârlardan yalnızca ikisidir. Türk Mûsikîsi Ansiklopedisi’ne göre Sadullah Efendi 1760 yılında İstanbul’da doğdu, tahminlere göre 1854 yılında öldü.

Adı geçen eserde bu kimseye ait olan eserlerin çoğunun Hacı Sâdullah Ağa’nın eserleri ile karıştırıldığına ve her ikisine bölüştürüldüğüne değiniliyor. Buna göre bu ayırımın kişisel görüşlere dayandığı ortaya çıkıyor. Biz bunlardan birisini, sadece Hacı Sâdullah Ağa’nın romanlaşan hayât hikâyesini buraya almayı uygun bulduk.

Daha geniş araştırmalar ve ele geçen yeni belgelerin ışığı altında hiç şüphesiz gerçekler gün ışığına çıkacaktır. Bugün elde bulunan belgelere göre çok yüksek bir bestekâr ve sanat adamı olan mûsikîşinas Sadullah Ağa’yı ok atmada, güreşte ve savaş oyunlarında başarılı bir adam olarak göstermek akla da pek uygun gelmemektedir.

Hacı Sâdullah Ağa, takriben 1730 yılında İstanbul’un Fatih semtinde doğdu. Babası Hâfız Kerîm Efendi’dirSesinin güzelliğini babasından almış olduğu anlaşılan Sadullah Ağa, daha pek genç yaşta iken Enderûn’a alındı. Sultan III. Selim‘in hem şehzadeliği hem de padişahlığı zamanında Enderûn en parlak yıllarından birini daha yaşamıştı.

Hacı Sâdullah Ağa bir yandan Enderûn hocalarından mûsikî kültürünü arttırır ve bu sanatın inceliklerini öğrenirken, bir yandan da diğer derslere devam ederek Arapça, Farsça öğrendi. Kabiliyet ve değerini kısa sürede ispatlayarak önce çavuş, sonra Enderûn’un en yüksek rütbelerinden biri olan musahib’liğe getirildi. Sultan III. Selim bu değerli sanatkârı sever ve sayardı.

Bu nedenle sarayda bir daire, saray dışında bir konak “ihsan” edildi. Zamanla burada sözü dinlenen bir kişi oldu. Kültürlü, sözü-sohbeti yerinde, yakışıklı bir kimseydi. Ciddiyeti ve mûsikîdeki ustalığı sayesinde Harem’deki cariyelere mûsikî dersleri verirdi.

Bu cariyeler arasında Mihriban adında bir kıza gönlünü kaptırmış, bu olay isminin çevresinde bir aşk masalının doğmasına neden olmuştu. Bu macera tatlı bir sonuca bağlanmakla birlikte Sadullah Ağa’nın sarayda daha ne kadar kaldığı ve ne zaman buradan ayrıldığı, hangi tarihte öldüğü kesin olarak bilinmemektedir.

Verilen tarihler ise çelişkilidir. Bu aşk masalı mûsikî tarihimize değişik şekillerde yansımıştır. Bunlardan birisi şöyledir: III. Selim’in mûsikî muallimlerinden Sadullah Ağa’nın mûsikî bilgisi ile beraber, sert ve namuslu bir zat olması hasebiyle hakkındaki itimade binaen Harem-i Humayûn’da bulunan cariyelere mûsikî talimine memur olmuş ve bu sıralarda cariyelerden biri ile sevişmiştir.

Hadise padişahın kulağına gitmiş, gazaba gelerek idamını ferman buyurmuş ise de, üstadın Padişah hazretlerinin fevkalâde sevgisini kazanmış olmasından ve günün birinde affa uğrayacağı ümit edildiğinden idam hükmünün infâzında acele edilmemesi, sonradan pişmanlığı mucib olabileceği düşünülerek hapiste gizlenmesi uygun görülmüştür.

Nitekim Sâdullah Ağa, birkaç gün devam eden hapis müddetinde, Bayati-Araban faslını yazarak talebelerine talim etmiş ve bir akşam padişahın huzurunda icrâ edilen şenlikte bu fasıl da okunmuştur.

Bu renkli makam, faslın nağmeleri bestesindeki ince üslûb padişahın nazarı dikkatini çekmiş, Bu eserin bestekârı kimdir? diye sordukları zaman, kendi ustaları Hacı Sadullah Ağa olduğu cevabı verilince birden eski gazabı geçmiş, böyle kâmil bir üstadın hakkındaki fermanından dolayı esef ve pişmanlıklarını belirtmiştir.

Bunu fırsat bilerek idam fermanının henüz icrâ edilmediği ve Sâdullah Ağa’nın hayâtta, hapiste olduğu bildirilmiş. Bunun üzerine III. Selim memnun olarak derhal tahliyesi ile beraber sevgilisi olan cariye ile evlendirilmesini ferman etmiş ve aynı zamanda hayâtını kurtaranları da mükâfatlandırmıştır. Bestenin güftesi şudur:

Pâdişahım, lûtfedib mesrûr-u şâdeyle beni,
Nâümidim, bir nazar kıl bermurâdeyle beni.
Hâtırımdan bir nefes gitmez dua-yı devletin
Sen de ey kân-ı kerem lûtfunla şâdeyle beni.

Diğer bir hikâye de aşağıdaki gibidir:

“. . . III. Selim devrinin tanınmış sanatkârları arasında Sadullah Ağa da önemli bir mevkii elde etmiş bir mûsikîşinastı. Çavuş Mülâzımı olarak Enderûn’a giren Sadullah Ağa, oradaki muallimlerden mûsikî tahsil etmiş, Çavuş olmuş, senelerce padişahın meclislerinde bulunmuştu.

Saray’da yapılan küme fasıllarına, mehtaplı gecelerde Boğaz’ın münevver sahilleri arasında saltanat kayıklarındaki âhenk ve zemzemeye iştirak etmiş, nice zamanlar padişahın musahib’liğinde bulunmuştu.

Padişahın hemşiresi Beyhan Sultan bir gün kendi saraylılarını yetiştirmek, onlara mûsikî talim etmek için biraderinden bir usta rica ettiği zaman, III. Selim kızkardeşine bu kıymetli musahibini göndermişti.

Haftada bir-iki gün Beyhan Sultan Sarayı’nın yaldızlı kubbeli, içinde esrar ve evham dolaşan loş divanhânelerinin birinde mûsikî meşkleri yapılır, narin vücudlu, ürkek edâlı, ipek şalvarlı Çerkes güzelleri çekingen ve mütecessis hocalarının karşısına dizilirler.

Onun geçtiği eserleri billurî sesleri ile okurlar, o yüksek kubbeleri derin ve ilâhi terennümleriyle doldururlardı. Sonra ders bitince vahşi ve güzel bir gazal sürüsü gibi sarayın sessiz derinliklerinde kaybolurlardı.”

“Sâdullah Ağa bir gün hep beraber yükselen billurî ahengin bir köşesinde kırık bir ses, sanki ağlayan bir nağme hisseti. Bunun sebebini bulmak için o tarafa çevrilen nazarları kendine bakan baygın, şuh iki elâ gözle karşılaştı. Bu gözlerde mûsikî ile birleşerek konuşan öyle hürmetkâr ve meftûn bir mâna, öyle ümitsiz bir iştiyak titriyordu ki, neye uğradığını şaşıran hoca, gözlerini başka tarafa çevirdi; fakat olan olmuştu.

Genç saraylı ümitsiz aşkını ifşâ eden gözlerini kaçırmış, hocası da bu renkli nurlardan akan câzip seyyâlenin büyüsünden kurtulamamıştı. Fakat kuytu köşelerdeki sık kafesler arkasına gizlenmiş meraklı gözler ibu iki temiz ruhun da derinliklerine nüfuz etti; sırlarını pek çabuk ortaya attı.”

“Beyhan Sultan, Sadullah Ağa’yı sarayından uzaklaştırdı, derslere son verdi. Hiddetini teskin edemeyerek Sâdullah Ağa’yı öldürtmesi için padişaha rica ve ısrara başladı. Padişah, musahibin günahsızlığına inandığı kadar, kıymetini bildiği için kendisine yakın davranmış, fakat el altından Sadullah Ağa’nın bir tarafa gizlenmesini emretmişti. Aradan günler, haftalar geçti. Zavallı Sadullah Ağa bu gizli köşede geçen yalnız ve mahrum günlerinin eseri olan bestelerinin birinde,

Gönlümü aşüfte kılan sevdâ senindir, sen benim
Ah benim cânım, ah cânânım, Mihriban’ım
Ah sen benimsin, sen benim!..

tehassürü ile kendine teselli aramış, hicranını seslendirmişti. Bir Ramazan gecesi Topkapı Sarayı’nın (Hünkâr Sofası) mûsikî üstadlarının sanatkâr nağmeleriyle dolup taşarken, dinleyiciler arasında bulunan Beyhan Sultan, Sâdullah Ağa’nın boş bıraktığı yeri acı ile görmüş, teessürünü yenemeyerek Padişah’a;

– “Ah! Aslanım Sadullah Ağa kulunuza pek yazık oldu; yokluğu ne kadar belli oluyor.” diye teessür ve pişmanlığını izhar etmişti. Bu fırsatı bekleyen III. Selim; “Üzülmeyin hemşire, ben sizin nadim olacağınızı bildiğim için Sadullah’ı sakladım. Madem ki pişman oldunuz, şimdi şânınıza düşen mükâfatı o zavallıya ihsan edin.” demişti. Nihayet Beyhan Sultan’ın muvaffakatiyle güzel Çerkes kızı, baygın gözlü Mihriban, azat edilerek bu iki meftun sanatkâr gönül birbirleriyle birleşti. “

“Senelerce sonra , Hicrî 1216(M. 1801) yılının bir gününde her yaşayan varlığı sinesine çeken ölüm, Sâdullah Ağa’yı da hatırlamış, bir zamanlar en ücra köşelerinde bile besteleri dolaşan İstanbul’u omuzlarda dolaşan tabutu ile geçmiş, (Ziyân ola makâm elhac Sadullah Ağa’ya) temennisiyle kendisi kabre ve hikâyeleri de kalblere gömülmüştü.”

Hacı Sâdullah Ağa , XVIII. yüzyıl sonu ile Sultan III. Selim döneminin en kudretli bestekârıdır. Aslında onu XVIII. yüzyıl mûsikîşinasları arasında incelemek gerekirken bu nedenle bu dönemde incelemeyi uygun bulduk.”…

Bu dönemde yaşayan bestekârlar arasında Hacı Sâdullah Ağa’nın pek değerli ve önemli bir yeri vardır. Klâsik Mûsikîmizin şekil, ritm, melodi, makam özelliklerini iyi, düzgün, olgun bir bestekârlık anlayışına, kabiliyetine temel yaparak vücûda getirdiği ses mimarimize ait eserleriyle gerçek ve geniş bir şöhret sahibi olan Hacı Sâdullah, bize Arazbar buselik makâmında bir Kâr, bir beste ve yürük semai bırakmıştır.

Bayati araban makâmındaki eserlerinden birinci bestenin güftesinde padişahtan sevindirilmesini sözle, sesle âdeta sarmış, kucaklamış gibidir. Ağır ve yürük semai’nin güfteleri bu eserler için seçilmiş manzûmelerden alınmıştır.” “Bestecilikte üstün bir kabiliyet ve kudret sahibi olan Hacı Sâdullah Ağa, klâsik sanatın içe ve dışa ait bütün özelliklerinden ustaca faydalanmayı ve bunları büyük formda eserler, makam ve şekillerle değerlendirmeyi bilmiş ve başarmıştır.”

Eserlerinin büyük bir bölümü padişaha medhiyedir ve ona sunulmuştur. Bu dönemde yetişen büyük mûsikî ustaları padişahın sanatkâr kişiliğinde en verimli yıllarını yaşayarak bir “Ekol” oluşturmuşlar, mûsikî sanatımızın en değerli eserlerini vermişlerdir. Yeni tertip edilen makamlarla, eski ve unutulmuş makamlardan birbirinden güzel eserler bestelemişlerdir.

Eserlerinin tamamı büyük formlardandır. Sâdullah Ağa, Tanburî İzak‘la Şedd-i Araban faslını; Vardakosta Ahmed Ağa, Hâfız Şeydâ, Küçük Mehmed Ağa ile bugün unutulmuş olan Tâhir makâmındaki Kâr‘ı bestelemiştir. Bir söz eseri bestekârıdır, saz eseri bestelememiştir. Günümüze Kâr, Beste, Ağır ve Yürük Semaî olarak yirmi yedi eseri gelebilmiştir. Hazırlayan: Tâhir Aydoğdu

Bir yanıt yazın