
Âşık Hıfzî’nin hayâtı ve Klâsik Türk müziği eserlerine güfte olan şiirleri ile ilgili eserlerin; bütün bilgileri, sözleri, notası ve video yorumları.
Hayâtı
Âşık Hıfzî’nın hayâtı ve şâirliği hakkında, yeterli bilgi yoktur. Edebiyat tarihimize bırakmış olduğu iki destandan, Destan-ı Plevne Muharebesi’nin son dörtlüğünden, Sofyalı olduğu ve destanın 1294 (1877) yılında yazıldığı öğrenilmektedir.
Destan-ı Plevne Muharebesi, ilkin Cahit Öztelli’nin, “Uyan Padişahım” adlı eserinde ele alınmış, ancak burada sadece 34 dörtlüğü verilmiştir. Daha sonraları yapılan araştırmalar sonucu, destanın 42 dörtlükten oluştuğu ortaya çıkmıştır. (Mehmet Çavuş, Balkan Türkleri’nin Sesi, 1991, s. 2, sf. 30).
Prizrenli Âşık Ferkî’nin oğlu Kâmil’in, Cöngünde ve 1956 yılında, Şumnu “Nüvvab” kütüphanesinin tamiri sırasında bulunan bir cönkte de, destan 42 dörtlüklüdür.
Destan-ı Plevne Muharebesi’nde, 1877 Türk – Rus Savaşı anlatılmaktadır. Âşık Hıfzî’nin ikinci bir destanı da, Destan-ı Âşık u Ma’şuk başlığını taşımaktadır.
Âşık Hıfzî’yı, şimdi Köprülülü olarak tanımaya mecburuz. Çünkü, uzun süren ömrünün pek çok kısmını Köprülü’de geçirmiştir.
Bugün orta ve ihtiyar çağda bulunan, hiç bir Köprölülü yoktur ki, Âşık Hıfzî’yı tanımamış ve onun adını saygıyla anmamış olsun. Onun, bu şöhreti, yalnız Köprülü’ye münhasır değiI, bütün Selânik ve Makedonya’ya yayılmıştır.
Hayâtı ve eserleri, baştan başa edebiyat olan bu kıymetli Türk şâirini bilmeyen, yalnız Türk adebiyatı tarihidir. Ne yazık, değil mi?
Biz Yesevilerle, Yunuslarla, Kaygusuzlarla çok fazla uğraşıp dururken, içimizde berâber yaşadığımız kuvvetleri, kudretleri ve zekâları kaçırmakta amma da becerikli oluyoruz.
Asırlarca avucumuzun içinde bulunan bir Türk ülkesi mıntıkasında yetişmiş, üremiş, ün salmış Emrah, Seyrani ve Dertli ayarında bir şâiri, bunca başarılara kalkıştığımız hâlde, tespit edemeyişimiz, bu yolda çalışmak hususunda gösterdiğimiz yanlış istikâmetler ve beyhûde gayretlerin acılarını irfan hazinemize çektirdiğimize misal olduğunu, bir kere daha söylemeden geçemeyeceğiz.
Böylecei daha kimbilir ne kadar, zekâ makinaları kırmış, ne kadar irfan elektrikleri söndürmüş bulunuyoruz.
Halk bilgisi malzemesi demek olan folklor; filan kahvede, fılanca hapishânede, fonograf kurmakla, her zamanki yalan ve yanlış havalardan derlentiler yapmakla olmaz.
İşte böyle yapıldığı içindir ki, nice Sulhi’ler, nice Hayrani’ler, nice SummaniIer ve nice şâirler ve Âşık Hıfzî’ler kaybetmiş bulunuyoruz.
Ben, Âşık Hıfzî’yı, ilk önce, çok değerli ve samimi arkadaşım olan, Babaeski İnhisar Ziraat Memuru Bay Ali Rıza’nın babasından kalma olup kendisinde bulunan bir cönkünden tanıdım.
Eserleri çok dikkatimi çekti. Bunun üzerine, hayâtı hakkında malûmat toplamaya başladım. Hangi Köprülü’yü gördümse, hepsi bu zatı tanıyordu. Tetkiklerimi derinleştirdikçe, önüme (mübalağa etmiyorum) bir cihan çıkıyordu.
Yukarıda da dediğim gibi, Âşık Hıfzî’yı, bugünkü Köprülü’lerin, orta ve ihtiyar çağda bulunanlann hepsi, cismen ve küçük yaşta bulunanlar da ismen tanıyorlardı.
Halkın söyleyişine göre, Hıfzı’nın 110 yaş yaşadığı, kaydolmak lâzım geliyorsa da, diğer ince tetkiklerden, tam bir asır yaşamış olduğunu anlıyoruz.
Hıfzı, Köprülü’ye küçük yaşta gelmiş ve kimsesiz olduğundan, Hacet Baba Sultan ismindeki büyük Bektâşî tekkesine sokulmuş ve oranın mürşidi olan, Hacı Hasan Baba’ya intisap ederek, Bektâşî olmuştur.
Âşık Hıfzî böylece, Bektâşî devrişi olduktan sonra, artık düstur ve havalet alarak, seyahate çıkmış, bütün Anadolu, Rumeli, Arabistan ve Irak’ı ziyâret etmiştir.
Bu seyahat ve ziyâretler, bir kaç defa vaki olmuştur. Her defasında yine Köprulü’ye gelir ve Hacet Baba dergâhına sokulurmuş.
Şâirin nereli olduğu hakkında yaptığımız tetkiklerde, orta yaşta olan Köprülülerin bazıları onun, Anadolu’dan, bazıları, Bulgaristan’dan geldiğini işittiklerini, ihtiyarlar ise, onun hristiyandan dönme olduğunu, fakat Ermeniden mi, Rumdan mı döndüğünü, kestirme olarak bilmediklerini söylüyorlar.
Bu rivâyetlerden ikincisi, bize daha kuvvetli görünüyor. Çünkü, Hıfzı, Hacet Baba tekkesi şeyhi Hacı Hasan Babanın, 25 sene gibi uzun müddet rehberlik hizmetini yapmış.
Bektâşîlikte, rehberlik çok büyük bir hizmettir. Bektâşî olmak merasiminde, talibi meydana getiren odur. Bektâşîler kendisine, doğuran bu rehbere, ana derler.
Bu ana, bu aziz evlâdını, dokuz ay değil, kalü belâdan beri karnında taşımış ve gece çok büyük ağrılar çekerek doğurmuştur.
İşte bu suretle, kendisinden doğan ve dâimâ onunla temasta bulunan Hıfzı’nın, bugün hayâtta bulunan ihtiyar evlâtları, onun dönme olduğunu söylüyorlar ki, bunların bu şahadetleri, Bektâşî olmayanların sözlerinden kuvvetli olduğu, elbette meydandadır. Fakat Hıfzı, hayâtında hristiyanlıktan hiçbir iz ve eser vermemiştir.
Türk olarak görünmüş ve nihâyet Türk olarak ölmüştür. Hatta, Türklerin en felaketli zamanlarında bile, Türk sevgisini, yurt sevgisini göstermiştir.
Fakat nesil ve hâdise itibari iledir ki bu sevgili insanı, bu kıymetli şâiri de, Türkleşmiş Hristiyan Bektâşî şâirleri sırası ve serisine koyduk. Aksi ispat edilinceye kadar, böyle bilmek ve tanımak mecburiyetindeyiz.
Hıfzı’nın temiz bir Türk duygusu ile duygulu olduğunu, Balkan muharebesinden sonra, Türkiye idaresinin ortadan kalkması, halkın ondan “Bizim halimiz ne olacak?” diye sual sorması üzerine: “Siz merak etmeyiniz. Türk kardeşlerimiz bizi, burada bırakmayacak, mutlaka alacaklardır.” demesi kâfi derecede gösteriyor. Bu cevabı, Bektâşîlere verirmiş. Bektâşî olmayıp, namaz kılmayan bey, namazlarla da alay ederek:
“Türk zamanında, martin ile, sizi zorla câmiye götürürlerdi. Şimdi haylaz haylaz gezininiz.” dermiş ve yine sözü değiştirerek, onları da teselli edermiş. Bu zatın hayât ve menakibi ve eserleri yazılacak olsa, Türk irfan hazinesine büyük kıymetler kazandırılmış olur. Hıfzı, gayet güzel saz çalarmış.
Sazını da kendi yaparmış. O, yalnız tekke edebiyatıyla değil, açık halk edebiyatıyla da, çok ziyâde meşgul olurmuş. Müşairelere, müsabakalara ve muammalara iştirak edermiş.
Mânilerle de, başka şâirlere sözler atar, gerek müsabakalarda , gerek muamma ve mânilerde, her zaman üstün gelirmiş. Bir mâniciyi mat ettikten sonra, o mâniciye söylediği şu mâniyi halâ hafızalarında tutan meraklı Köprülü’ler vardır.
Ey uluma, uluma
Peynir korlar tuluma
Madem ki mâni bilmezsin
Köpek gibi uluma
Bu mâniyi, şimdi Kırklareli’nde oturan, Köprülülü Bahçıvan Süleyman’dan aldım. Hayâtı hakkında menkabevî mâlumatı ise, Alpulu da ispirto fabrikası kapıcısı olup, bir yıl önce altmış yaşını geçkin olarak ölen, İsmail Ağa ile Kırklareli’nde bakkallık eden yetmiş yaşını geçkin ve şâirin yol evlâdı olan, Abbas Ağa’dan topladım.
Eserlerini de en ziyâde itimada şayan olan Hıfzı’nın mürşidi Hacı Hasan Baba’nın öz oğlu olup yukarıda ismi geçen Babaeski İnhisar Zirraat memuru Köprülü’lü Bay Ali Rıza’daki şâirin kendi el yazısıyla yazılı Hacı Hasan Baba’ya yadigar olarak verdiği cönkden kaydettim ki eserleri hakkında bu cönk başka eserlerden ve cönklerden daha mevsuktur.
Hıfzı hakkında pek çok menkıbeler vardır. Bunları ve hayâtı hakkında daha etraflı malûmat vermeyi -pek uzun süreceği cihetle- ikinci bir makaleye bırakarak, eserleri hakkında birkaç örnek vereceğim.
Hıfzı, Türk dilinde lirik bir şâirdir. Hem hece, hem de arûz vezniyle manzûmeler yazmıştır.Fakat hece vezninde yazdıkları daha çok muvaffakiyetlidir.
Hıfzı’nın ondokuzuncu asrın son üç rub’unda ve yirminci asrın da ilk rub’undan, biraz fazla yaşamayarak, bir asırlık bir ömür sürdüğü muhakkak olarak anlaşılıyor.
Kendisi gayet kısa boylu imiş. Güzel saz çalar olduğu gibi, çok güzel de sesi varmış. Bütün memleket halkı , sünnisi, alevisi ona çok hürmet ederlermiş.
Çok tatlı konuşması varmış. Herkes lezzetle dinlermiş. Hoş sohbet ve şakacı imiş. Kısa bir sakalı varmış. Onu taramaz, bil’akis ikide bir karıştırır, karmakarışık edermiş.
Sebebini sordukları zaman, “Nefesimiz azgın, bir de onu azdırmıyalım.” dermiş. O öldüğü zaman, kendi vasiyeti üzerine, halkını çok sevdiği Köprülü’ye bir saat mesafede olan, Çeltikçi köyündeki mezarına gömmüşler. Şimdi orada medfundur.
Kaynak: Vahit Lütfi Salçı – hbektasveli.gazi.edu.tr
Âşık Hıfzî İle İlgili yazılanlara karşı, torunu tarafından yapılan açıklama
Dedem Âşık Hıfzî hakkında yazılmış, ama hakikate uymayan bâzi beyânlar bulunmaktadır, bunu yazan zevâtın, sağlam kaynaklara ulaşamadıklarından yazılarını rivâyetlere istinat ettirmek durumunda kaldıkları âşıkârdır.
Rivâyetlere dayanılarak yazılanlar ise elbette gerçek değildir. Bâli baba tekkesinin son postnişîni olması, dolayısıyle tarihi bir hüviyeti bulunması ve renkli bir kişiliğe sâhip olması itibariyle bu açıklamayı yapmayı uygun gördüm.
Dedem Âşık Hıfzî (Mustafa Hıfzı) efendi Geredenin “Taşmanlar” olarak tanınan (Danişmentler) köyünde bir şehit yetimi olarak doğdu, babası Îsâ efendi 1832 tarihinde âsi Mısır valisi tepe delendi Mehmet Ali paşanın oğlu İbrâhim paşa komutasındaki Mısır ordusu ile Konya-Afyon civarında yapılan savaşta şehit düşmüştür.
Bu tarihte annesi Geredenin Mucumarlar köyünden Havva Hanım Mustafa Hıfzı’ya hâmile idi. Danişmend dilimizde kullanılmış olan, bilgili anlamına gelen bir kelimedir, danişmentler kelimesi (bilgililer) anlamınadır medreseleriyle ve bilgin kişileriyle bir mevkii olduğu anlaşılmaktadır.
Mustafa Hıfzı efendi Danişmentlerdeki tahsilini tamamlamış. İkmâli tahsil için İzmir’e müteveccihen yola çıkmış bir ara Turgutlu’da bir zaman ikâmet etmiş ve burada evlenmiştir.
Bu evlilikten Mehmet Ali isimli çocuk dünyâya gelmiş, bu evlilik maalesef yürümemiş ve Mehmet Ali annede kalmış, Mustafa Hıfzı efendi de mânevi sahada gönülden bağlanmak istediği zâtı bulmak için Selânik’e gitmiş ve orada bir zat’a bağlanarak bir müddet hizmetinde bulunmuştur.
O efendinin (oğlum senin nasibin bizde değil. Sofya’da Bâli baba tekkesi şeyhi Ahmet Hasan babadadır oraya git ) emrine icâbet’le Selânik ‘ten Sofyaya gitmiş ve Ahmet Hasan babaya bağlanmıştır.
İhlâsı bağlılığı ve her hâliyle arkadaşları arasında temâyüz etmiş ve bir müddet sonra efendinin mutasavvıfa ve kültürlü bi bayan olan kızı Redife hanımla evlenmiş ve Şeyhi Ahmet Hasan babanın damadı olmuştur.
Bu evlilikten üç kızı ile bil-âhere devrinin değerli mutasavvıfları arasında sayılacak olan (yedi adedi te’lif, kırküç adedi tümü tasavvufa âit, mühim bir kısmı şeyh-ül ekber Muhidd-i arabiden tercüme elli eserin sâhibi olan) Hüseyin Şemsi Sofyavi (soyadı kanunu çıktıktan sonra Hüseyin Şemsi Ergüneş) olarak tanınacak olan oğlu Hüseyin Şemsi dünyâya gelmiştir. Tarih hicri 1288, milâdi 1872 dır.
İhvânın yolda terakkisi hususunda verilen hizmetleri îfa eden şeyhi Ahmet Hasan babanın iltifatlarına mahzar olan Mustafa Hıfzı efendinin bu yolda mühim bir vazife olan (Rehberlik) görevini de yirmi küsür sene devam ettirmiştir.
Tarikatların ekserisinde Zat mertebesi ihraz eden dervişe âşık lâkâbı verilir, zîrâ bu yolların başı Allâh aşkıdır.
Bu sebeple Âşık Hıfzî efendi de bu adla anılmış ve adı artık Âşık Hıfzî olmuştur. Âşık Hıfzî Efendi bu tekkede uzun yıllar bulunmuş, gerekli görevleri îfa etmiş, Rehberlik görevini yirmi küsûr yıl icrâ etmiş, irşat görevini ifa edecek bir seviyeye gelmiştir.
Bu arada artık yaşlanan şeyh efendi, Âşık Hıfzî efendiyi tekkenin şeyhi olarak atamış ve tanıtmış, emaneti kendisine teslim etmiştir. Âşık Hıfzî Efendi bir müddet (Bâli baba) tekkesinin şeyhliğini icrâ etmiş ve bir hayli değerli zevâtı yetiştirmiştir.
1877 – 1878 yılları arasındaki Osmanlı – Rus savaşı sıralarında Sofya ve civârında silâhlı Bulgar çetelerinin, Türklerin ev ve iş yerlerine yaptıkları baskınlar halkı rahatsız etmektedir, geceleri evler basılmakta, yakılmaktadır.
Bu arada çeteler tekkeyi de yakarlar, Âşık Hıfzî efendinin tekkede bulunan dîvânı da maalesef yanar, elimizde mecmualarda çıkmış olan bazı ilâhileri bulunmaktadır.
Biri Kerbelâya âit üç adedini ekte sunduk, Abdülmecit, Abdülaziz, Abdülhamid devirlerini, 1877 – 1878 Osmanlı – Rus savaşını genişçe izah eden, Sofyada iken yazdığı, dolayısıyla bu sıralarda Sofya da olduğu tebeyyün eden ve 43 kıt’a ihtivâ eden bir destanı mevcuttur. Son kıt’ası şöyle bitmektedir
Sene bin iki yüz tarih-i vâlâ
Doksan dörtte oldu bu garip nüma
Belde-i Sofyada âşık Hıfzıya
Nazmile söyledi işbu destânı
Sofyada ikâmet imkânı kalmayan, tekkesi de yanmış olan Âşık Hıfzî efendi âilesini toparlayıp daha emin bir yer olan Köprülü-Ustrumca ya hicret eder, henüz tahsil çağında olan oğlu Hüseyin Şemsi efendi de kendisine bağlandığı değerli mutasavvıf (Muhammed Nûr-ül Arabî) hazretlerini burada tanır ve ona bağlanır.
Tekke alâmetleri olan post ve berat tekkeyle birlikte yanar, kanberiye bir hâtıra olarak nezdimizdedir. Oğlu Hüseyin Şemsi Efendi Ustrumca da tahsiline devam eder, orada vazife alır ve evlenir, bu sırada tarih 1890’lı yılların başlarındadır.
Âşık Hıfzî Efendi Hazretleri de 60 yaş civarındadır. Ustrumcadan Köprülüye nakli hâne etmesi bu tarihten sonra olmalıdır. Bu sırada Köprülüde ileri seviyede bir bektâşî topluluğu vardır. Âşık Hıfzî Efendi onlarla alâkalıdır ve onlarla kaynaşır.
Bir Bektâşî büyüğü olan Hacet baba hakkında yazdığı bir ilâhisinde ondan sitayişle bahseder ve onu över. Âşık Hıfzî Efendi Köplüye Ustrumca’dan gelmiştir.
Oraya da Sofyadan gelmiştir, dolayısıyla Köprülüye genç yaşta gelmiş değildir, doğum tarihi 1832’dir Osmanlı – Rus harbi, 1877 – 1878 yılları arasındadır, o sıralarda yaşı 46 dır.
Bu hengâmeye dair yazdığı destanı 1294 hicrîde Sofyada nazmettiğini açıkça beyân etmektedir, bu hicri tarih kullandığımız tarihle 1878 dir.
Kendisi bu tarihte Sofyada’dır, bundan kısa bir müddet sonra Ustrumca’ya naklettiği anlaşılmaktadır, merhum pederimin de bu intikalde altı yaşlarında vardım demiş olması bunu doğrulamaktadır.
Oğlunun Ustrumca’da tahsilini tamamlaması için lâekal onbeş yıl daha Ustrumca’da ikâmet etmiş olması gerekir, bu hesapla Âşık Hıfzî efendi Köprülüye bundan sonra yerleşmiş olmalıdır ki altmış yaşlarındadır. Buna göre bazı kaynakların rivâyetlere dayanan beyânları doğru değildir.
Âşık Hıfzî dedemi maalesef görmedim, buraya yazdıklarım babamdan duyduklarımdır. 1950 li yıllarda görevde bulunduğum Kırklareli de Köprülüden göç etmiş çok kişilerle tanıştım kimle konuştumsa o yaşlarda olanların hepsinin dedemi tanıdıklarını gördüm.
Kendilerinden, dedemin sohbetlerinden ve konuşmalarından menkıbeler dinledim hepsi de kendisinden sitayişle ve büyük bir hürmetle bahsettiler.
Bütün âilesini anavata’na göndermiş, fakat kendi gelememiştir, 1927 yılında Üsküp (Köprülü) civarında (Çeltikçi) karyesinde vefât etmiş ve orada defnedilmiştir.
İlk eşinden olan oğlu Mehmet Ali keskinci 1940 lı yıllarda İzmir de vefât etmiş, Köprülü’deki iki kızı âileleriyle yurda gelip İzmire yerleşmişler, oğlu Hüseyin Şemsi efendi Rumeli’nin elden çıkması neticesi göreviyle İstanbul’a nakledilmiştir.
Eşinin vefâtıyla ikinci defa evlenmiş, bu evliliklerden altı oğlu dünyâya gelmiştir. Âşık Hıfzî efendinin bu yazının yazıldığı 2011 yılında biri bunu yazan kişi olarak üç torunu hâlen hayâttadır. Biri Kerbelâ’ya âit üç ilahisi ekte sunulmuştur. Torunu, Ali Muhiddin Ergüneş
Geldi çün mâh-ı Muharrem, kıldı dehri rûşena
Hâtır-ı uşşâka düştü, mâcerây-ı Kerbalâ
Çünkü ol menzil mesâhib, mecma-i bahr-ı belâ
Teşne dîl oldu şehîd, anda Hüseyn-i müctebâ
Cem olup kûfe diyârında gürûh-i eşkıyâ
Âl-i evlâd-ı resûle, gördüler cevr-u cefâ
Bir azîm fitne uyandırdı, Yezîd-i bî hayâ
Söyle elbette sezâdır, cânına lânet sezâ
Ol vefâsız bî-rahimler, kavli mergûp ettiler
Kûfeye dâvet kılıp, irsâl-i mektûp ettiler
Zan edersin cân ile, cânânı matlûp ettiler
Sonra ahdi bozdular, akvâli mekzûb ettiler
Sed çekip mebzul Fırâtı anda mahçûp ettiler
Bir azîm fitne uyandırdı Yezid-î bi-hâyâ
Çün bilirdi nûr-i çeşm-i ahmed-i muhtâr idi
Vâlidi âl-i cenâb-ı hazret-i kerrâr idi
Mâderi bint-i resûl-i hazret-i Zehra idi
Dâderi pâk-i Hasen, hulk-ı Rıza hünkâr idi
Nesl-i peygamberliğin, âyâkim ızhâr eyledi
Bir azîm fitne uyandırdı Yezîd-i bî-hayâ
Allâh Allâh böyle bedbatın olup fermanberi
Saymadı aslâ hukuk-i hazret-i peygamberi
Bi içim âbı deriğ etti havârıc leşgeri
Sûreta İslâmdı, sîrette münâfik ekseri
Olmadı böyle musîbet devr-i âdemden beri
Ya nice yaş dökmesin, erbâb-ı aşkın gözleri
Bir azîm fitne uyandırdı Yezî-i bî hayâ
Bu Muharremdir zemîn-ü âsumân ağlar bugün
Vakt-ı mâtemdir, mubibb-i hânedân ağlar bugün
Eşk-i hasretler döküpte, tende cân ağlar bugün
Âşıkanın dide-i giryâni kan ağlar bugün
Ağla Hıfzı aşk ile üftâdegân ağlar bu gün
Bir azîm fitne uyandırdı Yezî-i bî hayâ
Biz gulâm-ı ehl-i beytiz, lâ fetâdan gelmişiz
Ceddimiz nûr-i nübüvvet, müntehâdan gelmişiz
Okuduk ilm-i ledünnü, vâkıf-ı esrâr olup
(Küntü kenz) in sırrına, lüft-i atâdan gelmişiz
Şâh Hasen, şâh-i Hüseyin-i Kerbelâ ervâhımız
Şems-i mâh-ı ahter-i Zeynel abâdan gelmişiz
Bakır-ü Ca’fer-i sâdık, bahş-ı îmân eyleyen
Mûsâ-i Kâzım Rıza, nesl-i Hüdâdan gelmişiz
Şâh Takî vü bâ Nakî, hem asker-i Mehdî livâ
Menzil-i Şâh-ı velâyet, pîşüvâdan gelmişiz
Râhımızdır ol Horâsânî tarîk-ı nâzenîn
Can verip can almaya, tâ intihâdan gelmişiz
Hem (SEKAAHÜM) hamrını, aşk-ı ALÎ den nûş edip
Lezzet-i mest-i Resûl-i kibriyâdan gelmişiz
Merkez-i kâna eriştim, geldi Hakkın kudreti
Hıfzıyâ hıfz eyleyüp, sâhip safâdan gelmişiz
Hak cemâlin nûr-i şevkat LÂ FETA İLLÂ ALİ
Sendedir lutf-u hidâyet LÂ FETA İLLÂ ALİ
Bunca ervâh, ins-ü cinî çağrışırlar Rabbenâ
Dürr-i yekta, sarf-ı kuvvet LÂ FETA İLLÂ ALİ
Bunca eşya ism-i âzam sırrın izhâr eyleyen
Beyt-i ulyây-ı hakikat LÂ FETA İLLÂ ALİ
Heft âlem, nesl-i Âdem hep senin şânındandır
Dediler Şâh-ı velâyet LÂ FETA İLLÂ ALİ
Kendi birdir, ismi bin bir okunur Rabbı-ı Celîl
Kimse bilmez sırr-ı hikmet LÂ FETA İLLÂ ALİ
Hıfzıya hıfz eyleyip, dünyâ vü mâ fîhayı ko
Bâki Hak nûr-i nübüvvet LÂ FETA İLLÂ ALİ