Eserin künyesi
Bestecisi: Selçuk Tekay
Güfte şairi: Sâmi Derintuna
Makâmı: Uşşak makâmı
Usûlü: Düyek usûlü
Formu: Şarkı formu
Sözleri
Not
Güftedeki virgüller, şiirlerin bilinen/tartışılan edebî kuralları dışında, okumayı biraz duraklatarak, kelimelerin ve cümlelerin anlamlarının, anlaşılarak hissedilmesine, katkı sağlaması amacıyla kullanılmıştır.
Baharı, beklerken, ömrüm, kış, oldu
Gözümde, her, zaman, biraz, yaş, oldu
En, güzel, duygular, bana, düş, oldu
Nakarat:
Yorgunum, dostlarım, yorgunum, artık
Vefasız, yıllara, dargınım, artık
Tutmadı, ellerim, sıcak, elleri
Duymadım, aşk, denen, tatlı, sözleri
Taşıdım, gönlümde, acı, izleri
İçimde, ateşler, söndü, kül, oldu
Aşk, bahçem, kurudu, sanki, çöl, oldu
Yar, bildiğim, o, bile, bana, el, oldu
Öyküsü
Genç öğretmen, öğretmenlik yaptığı okuldan çıkıp, evine doğru giderken içini tatlı bir heyecanın kapladığını hissetti. Artvin’de yeni geldiği okulunda, bütün öğretmenlik heyecanıyla öğrencilerine, bildiklerini öğretmeye çalışıyordu.
Gurbet günleri, akşamları çeşitli zorluklarla doluydu. Ailesinden uzaktaydı. Onlarla olan iletişimini daha çok mektuplarla karşılıyordu. Dostlar da edinmişti bu Doğu Karadeniz şehrinde.
Ağırbaşlılığı, cana yakınlığı, insanlara sıcak yaklaşımı, çevresindeki dost zincirine yeni halkalar ekliyordu. İşte onlardan birinin evine gidecekti o gece. Ev sahibi dostu, “Hayâtın yükü böyle tek başına göğüslenmez, sen de bir yuva kurmalısın” demişti. Demekle de kalmamıştı beklemediği bir anda, “Yarın akşam bize bekliyoruz seni.
Çok yakından tanıdığımız bir komşumuz da gelecek. Yabancı kimse yok, o, eşi ve bir de kızları Melahat!” diye ekleyerek, tam bir emri vaki yapmıştı. Ve şimdi salon olarak kullanılan büyük odada kahveler içilirken o, Melahat’i izliyordu. Hüseyin genç kızı beğenmişti. Bakışları karşılaştığında, kahverengi gözlerin sıcaklığını yüreğinde hissediyordu.
Gönlünün sesini dinledi
Bütün yollar nasıl Roma’ya çıkarsa, Eskişehir’de de Porsuk çayının iki yakasındaki sokaklar Porsuk’la birleşir. 3. dere sokağındaki kargir evin kapısını her zaman olduğu gibi çalan postacının getirdiği mektubu sevinçle açan kadının yüzündeki mutluluk izleri, satırları okudukça gölgelenmeye başladı. Mektup bittiği an ise, içini sıkıntı bastı.
Hüseyin, sevgili anne ve babasının ellerini öpüp, hal hatır sorduktan sonra, Artvin’de kendisine tanıştırılan Melahat ile evlenmeye karar verdiğini yazıyordu. Oysa annesinin düşüncesi başkaydı. Oğluna çok yakıştırdığı bir kızı çoktan gelin olarak seçmişti. Hem anne, hem de baba aynı anda konuştular: “Katiyyen olmaz, oğlumuzun kısmeti buradan olacak!” Orta yaşı geçmiş anne ve baba yanılıyorlardı, bu iş kısmet işi değil gönül işiydi.
Hüseyin’in gönlü anne ve babayı da dinlemedi, araya giren diğer yakınları da. Düğün gecesi Melahat’in kahverengi gözlerinde Hüseyin’in aşkıyla, kendi aşkının zafer pırıltıları vardı. Bir ara Hüseyin’in annesiyle, yani kayınvalidesiyle göz göze geldiler. Kadının bakışlarında sisler vardı, sislerin arasından öfkeyi hisseder gibi oldu.
Hüseyin ise buruk bir mutluluk içindeydi. Yüreğinin ve evliliğinin yara aldığını hissediyordu. Eskiler, “Nikahta, evlilikte keramet vardır” derler. Oysa işler hiç de öyle değildi. Hüseyin öğretmenin annesi de babası da hoşnutsuzluklarını açık açık etrafa söylüyorlardı. Torun doğdu bu arada, yeni bir ümit doğdu sanki.
Ama torununun doğumundan kısa bir süre sonra, babaanne ani bir rahatsızlıkla öldü. Babası ise aynı katılığını devam ettiriyordu. Yıllarla birlikte her şey kötüye gidiyordu. Melahat’in kocasına olan sevgisi de git gide azalıyordu.
Şarkıyı dinletemedi
Ankara’ya tayin olduktan, yıllar acıları artırdı. Bir kız çocukları daha olmuştu bu arada. Bir gün direncinin bittiğini hissetti. Arkasında 30 yıldan fazla koskoca bir zaman dilimi akıp gidivermişti. Hastaydı, halsizdi. Melahat hanım yine yanındaydı, Anadolu kadınına özgü bir sabır ve dayanıklılıkla ona destek vermeye çalışıyordu.
1984 yılını yaşıyorlardı. Yatağına döndü, karısı arkasına bir yastık koyarken, kapı çalındı. Gelen kendisinden 12 yaş küçük, ama gençlik yıllarında birlikte futbol oynadıkları Sami Derintuna idi. Sami bey yıllardır Almanya’da çalışıyordu. Orada meslek okuluna gitmiş terapist olmuştu.
Derintuna, “Nasılsın Hüseyin ağabey?” diye sordu. Hüseyin, ona uzun uzun baktı… Bakışlarında hayâta karşı olan küskünlüğü, kırgınlığı ve tükenikliği vardı. Cılız bir sesle, “Samiciğim, yorgunum dostum, yorgunum dostlarım, vefasız yıllara, vefasız yakınlarıma dargınım artık” dedi.
Sami Derintuna, Hüseyin ağabeyin elini tuttu yeniden, “Merak etme iyileşeceksin, yine tüm dostlar bir araya geleceğiz” dedi. Sonra kalktı, kapıda vedâ ederken Melahat hanım, hastalığın adını söyledi: “Hüseyin maalesef kanser!”
Eskişehir soğuk bir geceyi yaşıyordu. Sami Derintuna, evinin salonunda oturdu, masada yalnızdı. Gözünün önünde Hüseyin öğretmenin hayali, yaşadıkları ve söyledikleriyle içinde doğan ilhamla o dillerden düşmeyen şarkılardan biri olan şiirini yazmaya koyuldu:
Baharı beklerken ömrüm kış oldu
Gözümde her zaman biraz yaş oldu
En güzel duygular bana düş oldu
Yorgunum dostlarım yorgunum artık
Vefasız yıllara dargınım artık
Tutmadı ellerim sıcak elleri
Duymadım aşk denen tatlı sözleri
Taşıdım gönlümde acı izleri
Yorgunum dostlarım yorgunum artık
Vefasız yıllara dargınım artık
İçimde ateşler söndü kül oldu
Aşk bahçem kurudu sanki çöl oldu
Yar bildiğim o bile bana el oldu
Yorgunum dostlarım yorgunum artık
Vefasız yıllara dargınım artık
Şiir bittikten günler sonra, bir kere daha gitti Hüseyin öğretmene. Şiiri okudu kendisine, Hüseyin öğretmen çok sevindi, mutlu oldu. Sami Derintuna güfte formundaki şiiri, ünlü bestekar Selçuk Tekay‘a verdi. Şiir aylar sonra bir şarkı olarak çıktı piyasaya. Sami bey, Hüseyin öğretmene şarkıyı dinletmek istedi. Olmadı. Şarkının haberini vermek için açtığı telefondaki ses, “Hüseyin beyi kaybettik” diyordu. Hazırlayan: Ertuğrul Akçaylı
Kaynak: webarsiv.hurriyet.com.tr
Video yorumları
Fâruk Tınaz