Âşık Mahzuni Şerif

Âşık Mahzuni Şerif

Türkülerimizin kaynak kişileri, derleyenleri veya notaya alanlarından, Âşık Mahzuni Şerif’in hayâtı ve ilgili türkülerimizin; bütün bilgileri, sözleri, notası ve video yorumları.

Hayâtı

Âşık Mahzuni Şerif, 1939 yılında, Kahramanmaraş’ın Afşin ilçesine bağlı, Berçenek köyünde dünyâya geldi.

1956 yılında, Ankara Ordu Donatım Teknik Okulu’nu bitirdikten sonra, Kuleli Askeri Lisesi’nden ayrıldı.

1989 – 1991 yılları arasında, Halk Ozanları Derneği Genel Başkanlığı, Pîr Sultan Abdal Dernekleri Genel Merkez Disiplin Kurulu Başkanlığı, Hacı Bektaşı Veli Anadolu Kültür Vakfı Yönetim Kurulu üyeliği ve Ozan – Der Onur Kurulu Başkanlığını yaptı.

Evli ve 8 çocuk sâhibi olan Âşık Mahzuni Şerif’in, 400’e yakın plak, 50’den fazla kaset ve 9 adet yayınlanmış kitabı bulunuyor.

17 Mayıs 2002 tarihinde, Köln’de vefât etmiştir.


Sizlere, Âşık Mahzuni Şerif’i anlatırken, aslında kendisini biz değil, kendisi bize, kendisini sanatıyla, mücâdelesiyle anlatacaktır. Âşık Mahzuni Şerif’i tanıdıkça, onun tüm zamanlarda, bu tür insanların, ne kadar zor şartlarda yaşadıklarını ve yaşadıkları çağlara damgasını, nasıl vurduklarını anlayacağız.

Bazı şeyler vardır, insana, işte ben buyum der. Âşık Mahzuni Şerif de, sanatıyla ve mücâdelesiyle, adetâ insana, ben buyum der. Kendisinin, “Benim söylediklerim neyse, ben O’yum” sözü, buna en iyi örnektir.

Âşık Mahzuni Şerif’i sizlere anlatırken, kendisinin hayâtını kısa, fakat; sanatını, dünyâ görüşünü ve mücâdelesini, geniş ve Âşık Mahzuni’ye yakışır bir şekilde anlatacağız.

Maraşın Afşın ilçesi, Berçenek köyünde, baba Zeynel Cırık ve ana Döndü Cırık, köydeki ağanın tarlasında, Maraba olarak çalışırlar. Kendileri zor şartlarda yaşam mücâdelesi verirken, 1940 yılında bir oğlu olur ve adını, Şerif Cırık koyarlar.

Âşık Mahzuni Şerif, kendi doğum tarihini anlatırken; “Babamın dediği doğruysa, anamın da dediği doğruysa, 1943 yılının Ocak 3’ünde, Afşın’a bağlı, Berçenek köyünde doğmuşum.” der.

Asıl doğum tarihi 1943 olmasına rağmen, nüfus kayıtlarında Âşık Mahzuni Şerif’in doğum tarihi, 3 Ocak 1940 olarak geçer. Çünkü o zamanlarda, doğum tarihinin pek önemi yoktur.

Çocukluğu kendi köyünde geçer ve köyünde okul olmadığı için, Elbistan’ın, Alembey köyünde medresesi olan, Lütfi Efendinin medresesine, kuran hâfız kursuna gönderilir.

Âşık Mahzuni Şerif o yıllarını, “Bizim çevremizde, kocaman bir yobaz bulutu döner. Hacı Lütfi Efendi hiç çekinmeden, canının istediği şekilde, bilmediğimiz dillerle, bilmediğimiz isimlerle, fetvalar verirdi durmadan.

Arapcayı, o zaman öğrendim. Şimdi Arapcayı, yazıp okuyabiliyorum. Lütfi Efendinin medresesinde, üçbuçuk sayfada kaldım.” diyor. Daha sonra köyde okul açılır ve gelen eğitmenle, ilkokulu bitirir. Afşın ve Elbistan’da, üniformalı asker gençleri görür ve onlara özenir.

“Gün oldu gönül bir şeye takıldı.” der Âşık Mahzuni Şerif. İstediği olur ve 1956 yılında, Mersin 3. Assubay Hazırlama Okulu’na başlar ve 1959 yılında başarı ile bitirir.

Ordonat Tekniker sınıfına ayrılır ve Ankara Ordonat Tekniker okulu’na gider ve ilginçtir, okuduğu ve ödüller aldığı okul, daha sonra 1971 askeri darbesinde, mahkeme salonuna çevrilir ve Âşık Mahzuni, okuduğu sınıfında hâkim karşısına, sanık olarak çıkar ve orada yargılanır.

Bu arada Âşık Mahzuni, 12 – 14 yaşlarında önlüklü bir İlkokul öğrencisi iken, âilesinin baskısıyla, dayısının kızı Emine ile nişanlanır. Daha sonra evlenir ve bu evlilikte bir kızı olur.

Yapılan zoraki evliliği, okul yıllarında bitirir ve boşanır. Okul dönemlerinde, bağlama çalmasını öğrenir ve yavaş yavaş şiir yazmaya başlar. Kendisinde, halkçılık ruhu başlar ve okuduğu Kuleli Askeri Lisesinde, sistemle ters düşer ve ordudan ayrılır.

1961 yılında, İtalyan asıllı Sovina (Suna) isimli bir genç kızla tanışır ve evlenmeye karar verir. Fakat Suna, 14 yaşında olduğu için, evlenmeleri engellenir ve bu evliliği, o dönem medya’ya konu olur.

Sonra Suna ile evlenir ve bu evlilikten, Züleyha, Emrah ve Ferhat adında 3 çocuğu olur. Hayâtı boyunca ihanetlere uğramış Âşık Mahzuni, bu evliliğinde de, en yakın arkadaşının ihanetine uğrar. Bu arkadaşı, Suna’yı kandırır ve birlikte kaçarlar.

1963 yılında, Yazar Halil Aytekin ile tanışması, Âşık Mahzuni’nin hayâtının, dönüm noktası olur. Halil Aytekin’nin yardımlarıyla, gazeteci Fikret Otyam ile tanışır ve Âşık Mahzuni ile ilgili ilk yazı, Cüneyt Arcayürek kaleminden, Hürriyet’te yayınlanır. Bu dönem, TİP’in (Türkiye İşçi Partisi) kuruluş yıllarına denk gelir.

TİP yöneticileriyle tanışır ve onlardan yardım görür. Âşık Mahzuni bu yıllarda, Âşıklar Derneğini kurar ve orda sanat ve siyasi mücâdelesini verir.

O zamanlar T.R.T., Turizm Bakanlığına bağlı olduğu için, Âşık İhsani, Kul Ahmet ve Âşık Mahzuni buraya müracaat ederler ve T.R.T.’den söylemelerine izin çıkar.

En büyük konserini o zaman, Büyük Sinemada verir ve artık tüm Türkiye kendisini tanır. Bu dönemde Âşık Mahzuni, kendisini rahatsız eden bir şeyin farkına varır ve kendini sorgular.

“Bana bir mücâdele gerekiyordu, kime ve neye karşı? Gün geçtikçe; görerek, duyarak, sezinleyerek ve okuyarak, bunu daha iyi anlamaya başladım. Bütün benliğimle kendimi saza verdim, çalıyordum, söylüyordum ama, çalışmalarıma bir yöntem vermem gerekiyordu.” der.

1968 yılında, Türkiye ve dünyâ, gençlik hareketlerinden etkilenir. 1971 yılında yapılan askeri darbe sonucu, Süleymen Demirel hükümeti devrilmiş ve yerine, Nihat Erim başkanlığında bir hükümet kurulmuştur.

Halka karşı ve özellikle de sol kesime karşı, baskı ve şiddet uygular ve Âşık Mahzuni: Erim Erim eriyesin / sürüm sürüm sürüm sürünesin türküsünü söyler. Kim bu başbakan aleyhine türkü söyleyen? diye, bütün Türkiye çalkalanır ve ardından tutuklanarak, 4 ay cezâ alır.

Bu sırada, Âşık Mahzuni akrabası olan, Elbistan’lı Fatma Özdemir ile tanışır ve evlenmek ister. Ne yazık ki âilesi; başı belada olan, elinde sazı, diyar diyar dolaşan bir Aşığa, kız vermek istemez. Fakat ikisinin sevdâsı, bu zorlukları yener ve evlenirler. Bu evlilikten; Deryâ, Ali, Şeydâ ve Yetiş adında 4 çocukları olur.

Âşık Mahzuni Şerif’in, türkülerine ve deyişlerine Fatma, Fadime olarak girer. 6 aylık evliyken, halkı suça teşvikten, 1973 yılında tutuklanır.

Kızı Deryâ’nın doğduğu gün, serbest kalır ve 27 gün sonra, tekrar tutuklanır. Âşık Mahzuni Şerif, deyim yerindeyse, 3 gün içerde 5 gün dışarda yaşamına devam eder.

Âşık Mahzuni Şerif türküleri

Mahzuni, Şubat 2001 tarihli Kızıldeli dergisinde çıkan, “Hem Kızılbaş, Hem Alevîyim” başlıklı yazısından dolayı, DGM’de yargılanır ve öldüğü güne kadar mahkeme devam eder.

Bu yazısında, “Ben Allah adına insana, secde etmeyi yeğlemekteyim. Bir Alevî çocuğu değil, bir Hırıstiyan, bir Musevi de olsam, böyle düşünmekteyim…

İnsan, aleminin sevgisinde, gönlünde, bütünlüğünde ve doğanın her güzelliğinden, beni yaradanı arayıp, keyfime göre isimlendirdim. Ona, gönül dedim, bülbül dedim, çiçek dedim, Ali dedim, Veli dedim. Ağzıma güzel gelen her şeye, onun adını verdim. Bunu bana haram edecek her yasaya, her bilirkişiye, her dinsel nasa rest çekmekteyim…

Türkiye Alevîlerinin yolunun, gerçek Ali’ci yol olduğunu savunmak ve yaymak isterim. Çünkü Ali’nin başlattığı cemahiriyel vukuat (halkcı hareket) Atatürk‘ün noktaladığı Cumhuriyetin, mayasını hazırlamıştır.” Bunları savunur ve savunduklarından dolayı da yargılanır.

Asıl adı Şerif Cırık olan Ozan, daha sonra, Âşık Mahzuni Şerif Mâhlâsını alır ve sanatını bu isimle icrâ eder.

Âşık Mahzuni, Anadolu’da Ozanlık Misyonuna, “En yakın tarihi ile, onbin yıllık bir kültürün üstüne katlana gelmiş, Asya kültürünü oluşturmuş, Asya kültürü içerisinde, Anadolu Harmanını mozaiklemiş bir kültürün adıdır.” diye yorumlar.

Ozanı, “Bulunduğu halkın tarihini, mevcut yaşamını ve geleceğini, ince, çok hassas bir mesuliyetle, sazlı kültüre diken insandır.” diye târif eder. Ve “işte ben böyle bir halktan geldiğim için, tükenmiyorum, kaynak olarak, halkımı gösteriyorum…

1950 yıllarda başladığım saza, cemlerde ve görgü ya da muhabbet anlarında edindiğim, engin öğretileri de katarak, halk ozanları safına girmiş oldum.

Ve dediğim gibi, tarihi halk ozanlığı misyonuna duyduğum bozulmaz saygı, zaman zaman çağımızda kendini gösteren, halkcı ve demokratik kavgayı (devrimciliği) da, düşüncelerime taşımış oldu. Yaklâşık kırk yıldır saz çalar, deyişler söylerim”.

Âşık Mahzuni, sanatını üretirken, halkından kopmamış, halkın gönül penceresi olmuş, Halkın acılarına, sevdâlarına, istemlerine ve duygularına, sazı ve sözüyle tercümanlık yapmıştır.

Gün gelmiş, halkın silahı olmuş, gün gelmiş, halkın rehberi olmuş, gün gelmiş, halkın taşa tuttuğu çağımızın çağdaş, Pîr Sultan Abdalı olmuştur.

Ozan, Kızıl Ötesi yazısında, “Ben bu sazı elime alıpta, inlemesine, tınlamasına, düşüncelerime katışım, neredeyse 50 yılı bulmaktadır. Ve bu sazımın yüzünden, az mı, dayaklar yedim, az mı, küfürler işittim, en azından, ağzımda dişlerimin vadesi ermeden, teker teker düşürüldü.

Aslına bakarsan, sazımın değil, sazıma kattığım düşüncelerimden dolayı, bunca zahmetleri, küfürleri, hakaretleri, hapislikleri çektim.” der.

Alevîlikle ilgili yazılı belge bulmaktan zorlandığımız bu günlerde, nasıl ki asırlar önce yaşayan Nesimi’ler, Yunus‘lar, Kul Himmet’ler, Şah Hatayı’ler, Pîr Sultan Abdal‘lar, bu gün hâlâ bizlere rehber oluyorlarsa, Âşık Mahzuni Şerif de, bizlere rehber oldu. Bundan sonra ki nesillere de, rehber olacaktır.

Kendisi “Geçmişteki ozanları, yaşayan ozanları, bir bir inceledim. Kendime yol gösterecek olanları, kılavuz olarak seçtiğim, Pîr Sultan Abdal oldu. Ses olarak da etkilendiğim, Davut Sulari‘dir.

Toprak çocuğuyuz, toprağa karşı büyük bir özlemimiz var. Bunları dile getiren, Veysel Babadır. Belirli bir derecede, onun da etkisinden kaldım.

Türkülerime, Âşık Veysel mülayimliğini kattım. Düşün felsefemi de, yine Pîr Sultan Abdal‘dan aldım. Ve şunu anladım: O güne kadar Halk, sürekli olarak istismar edilmiş.

Halk şiiri geleneği; gül, bülbül, çiçek edebiyat ile, uyutma perhizi olarak kullanılmıştı. İlk amacım, bugüne kadar gelen bu kalıpları kırmak oldu. Olaylardan ve halkın yaşamından aldığım gerçekleri, konu olarak işledim ve bu güne kadar böyle geldik…

Ben, Anadolu geleneksel halk kültürü zincirinin, kendi çapında bir ozanıyım. Ancak cumhuriyet kavramının, cumhuriyetce yapının, bıkmaz usanmaz bir hayranı ve müptelasıyım.” der.

Âşık Mahzuni, sanatını icrâ ederken, adetâ Polis ve Jandarma kendisini tâkibe alır ve bir çok konserinden sonra, gözaltına alınır. Kendisi bu konuda, “Hapislik, kahrolası bir hayât tarzıdır. Özgür bir insanın, hiç bir zaman hapis yatmak için, budalaca düşüncesi olamaz.

Ancak başa geldiği zaman, bundan kaçmak gibi bir, ayıbı da olamaz… Her gün, dipcikler altında ezilen Anadolu insanını, memleketi için canını veren gençlerin yediği idamları ve toprağımda dalgalanan yabancı bayrakları düşündüğümde, kahroluyorum. Ve bu kahroluşum, henüz bitmiş değil. Çünkü saydıklarımın çoğunu, mahpusluğun dışında da, tatmaktayım.

Ülkem bana, zaman zaman, mahpus gibi geliyor.” diyerek, ülkenin emperyalist güçlerin hegomonyasına bırakılmasına ve bu uğurda mücâdele edenlerin, çektikleri acılara parmak basar.

Âşık Mahzuni, 1972 yılında, sazını eline alır ve Sivasın Sivrialan köyüne, Âşık Veysel‘i ziyârete gider. Âşık Veysel’e, Âşık Mahzuni’nin geldiği söylenir.

Mahzuni içeri girince, Veysel Baba, ayağa kalkar, yanında bulunanlar şaşırırlar ve Veysel Baba’ya, “sen bu güne kadar kimsenin önünde ayağa kalkmadın, bu kalkışın nedendir?” diye sorarlar. Veysel Baba sesini yükselterek, “Susun, gelen Pir Sultan olsa gerektir.” der.

Âşık Mahzuni’nin ünü, Türkiyenin en icrâ köşelerine yayılır ve artık Mahzuni, diğer sanatçıların, ekmek teknesi olur. Kendi dönemlerinde ünlü olan türkücüler ve pop sanatcıları, ozanın bestelerini söylemeye başlarlar.

Kimisi, büyük ozana saygılarından kusur etmezken, kimisi de, Mahzuni Mâhlâsını bile kullanmaz ve telif hakkını ödemez. Süleyman Zaman, “Mahzuni Şerif – Yaşamı, Dünyâ Görüşü, Şiirleri” adlı kitabında, ozanları şöyle değerlendiriyor:

“Bazı ozanlar, toplumun, yalnızca maddi çelişkilerini, maddi olumsuzluklarını ele alırken, bazı ozanlar yaşadıkları dönemdeki, insan ilişkilerini ve toplumun maddi ve hem de kişinin veya toplumun, piskolojik, inanç ve tinsel çelişkilerini, yönlerini de yansıtırlar. İşte Mahzuni Şerif , bu ikinci tanıma giren ozanlarımızdandır.”

Yine aynı kitabında, “Toplumu ve insanı etkileyen, her şeyi bulmak olasıdır. Öyle ki; onda, bilim vardır, din vardır, kitap vardır, toprak vardır, meclis vardır, kader vardır, felsefe vardır, köy ve şehir vardır, Devlet ve millet vardır, barış ve savaş vardır, İnsan ve doğa vardır, yiğitlik ve erdem vardır, başkaldırı vardır, yol vardır, zevzeklik ve nakkaşlık vardır, dünyâda insana sesleniş vardır, soyanlar vardır, hacı – hoca ve dedeler vardır, kısacası ne ararsan vardır.” der.

Aziz Nesin ile, şiir üzerine yapılan bir söyleşide, Mahzuni’nin şiirini, “Zor yazılan, ama kolay anlaşılan şiir.” olarak değerlendirir.

Âşık Mahzuni Şerif’in, sanatını ve kişiliğini, kategorilere ayırmak, hem kolay, hem de çok zordur. Çünkü 400’ün üzerinde Plak, 59 Kaset, 9 tane kitap ve yüzlerce şiiri var. İstediğin konuda şiir, türkü, deyiş ve Duaz-ı İmam var.

Zor olanı, bunlar arasında seçim yapmaktır. Biri birinden değerli bu eserler arasında seçim yapmak, insanı gerçekten zor durumda bırakıyor. Her eserinde, ne ararsan vardır.

Âşık Mahzuni Şerif’in sanatı, bazı kesimlerce eleştirilir. Çok sesli müzik yaptığını iddia edenler, yaptıkları müzik ile, Âşık Mahzuni’nin 7 telli bağlamasının sesini veremezler.

1975 – 1980 yılları arası, bazı sol guruplar ve örgütler, Âşık Mahzuni’nin yapmış olduğu müziği, geri kalmışlıkla suçlarlar. Kendilerini, yapmış oldukları marş ve sologan müziğini savunurlar. Ancak söylendiği günden sonra unutulan bu tür müziklerin aksine, Âşık Mahzuni’nin tarzı değişmemiş ve halka mal olmuştur.

1980 darbesinden sonra, sistem tarafından yozlaştırılan gençlik, Arabeks müziği ile uyuşturulmuş, kaderci ve içi boş bir gençlik olarak yetiştirilir. Buna karşı, bir zamanlar kendisini eleştirenlerin, can simidi olmuştur.

Ozan bu konuda “Ben, içeride bulunan, hiç bir örgütün mensubu olmadığım gibi, onlarla, hiç bir alışverişte dahi bulunmayan bir sanatçıyım.

Hatta çoğu sol örgütler; revizyonistçiliğim, faşistçiliğim, işbirlikçiliğim gibi sıfatlarla nitelendirmektedirler. Ama bütün insanlara, insan olmasından dolayı değer verdiğimden, bu tür olayların yaşanmasına karşıyım.”

Âşık Mahzuni Şerif’in İnançsal kimliği

Alevîler; Osmanlı tarihinden (Kanûnî’den) bu yana, özellikle, ortadoks sünni kesimi tarafından horlanmış, ezilmiş, baskı görmüş, dışlanmış ve zorla asimile edilmeye çalışılmıştır.

Bu tarih, alevîler açısından, Osmanlıya karşı bir başkaldırı tarihidir. Yapılan baskı ve zulüm karşısında, kuşkusuz, kimliğini koruyamayan alevîler olmuştur.

Ser verip, görüşünden dönmeyen, binlerce alevînin olduğu da bir gerçektir. Bunlar tarihte yerlerini almıştır. İşte, Âşık Mahzuni Şerif de, bunlardan birisidir.

Tüm baskılara karşı, alevî – bektâşî kimliğini koruyan, bu kimlikten onur duyan, bu kimlikten ödün vermeyen, bu kimlikle, evrenselliğe ulaşan bir ozandır.

Gerek tutucu alevîler, gerekse bağnaz sünniler tarafından, inançsal kimliğine ilişkin yöneltilen eleştirilere, gerekli yanıtları vererek, gerçek kimliğini ortaya koyuyordu Âşık Mahzuni Şerif…

Her şeyin tanrı, tanrının ise, her şey olduğu düşüncesini, evrenin, aslında Tanrının kendisi olduğunu belirtmekte ve tüm tanrıcı bir yaklaşımda bulunmaktadır. Ozanımız, evrenin bir yaratıcısının olduğunu (deist bir yaklaşım) söylemekte ve buna inanmaktaydı.

Mahzuni Şerif, olay ve olguları, şiirlerinde sorgulayan, araştıran ve kafa yoran bir ozanımızdır. Olanla yetinmeyen, daha çok şeyi öğrenmeye, öğrendiklerini, öğretmeye çalışan bir kişiliktir.
Kaynak: dostunsayfasi.net

Âşık Mahzuni Şerif hayâtı

Âşık Mahzuni Şerif belgeseli

Yorum Bırakın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Scroll to Top