Ahmet Râsim

Ahmet Râsim bey, 1864 yılında İstanbul’un Fatih semtinde, Sarıgüzel’de dünyâya geldi. Babası Kıbrıslı Menteşeoğulları’ndan Bahaeddin Efendi, annesi çerkes asıllı Nevber Hanımdır.

Bahaeddin Efendi küçük yaşında ailesi ile birlikte Konya’nın Ermenek ilçesine gelmiş, burada büyümüş, daha sonra Kıbrıs’a dönerek posta – telgraf memurluğu yapmıştır.

Buradan İstanbul’a nakledince ilk eşinden ayrılarak Nevber hanımla evlendi. Ahmet Râsim doğmadan Nevber hanımı boşayarak İstanbul’dan ayrıldı ve bir daha da ailesini aramadı.

Zaten Bahaeddin Efendi’nin her gittiği yerde evlenmek ve boşanmak gibi garip bir huyu vardı.

Ahmet Râsim Bey’i annesi çalışarak, dikiş dikerek binbir çile ile büyüttü. “Falaka” adındaki eserinde bütün bunları ayrıntıları ile anlatarak annesi için “benim hem babam, hem de veliyyetün nimetimdir” der.

Birçok eserinde bu duygularını sık sık dile getirdiği halde hiçbir eserinde babasından söz etmez. Çok afacan bir çocuk olduğunu, zavallı annesini güç durumlarda bıraktığını büyük bir pişmanlıkla dile getirir. Bu şartlar altında mahallesindeki ilkokulu bitirdikten sonra on bir yaşında 1875 yılında Darüşşafaka Lisesi’ne girdi ve 1883 yılında birincilikle mezun oldu.

Kırk sekiz yıllık yazarlık hayâtına karşılık pek kısa memuriyet hayâtı vardır. Bir yıl kadar “Telgrafhane Fen Kalemi”nde çalıştıktan sonra ayrıldı. Bundan sonra iki kez “Maarif Nezareti Encümen-i Teftiş ve Muayene” üyeliğine getirildi ise de devam etmedi.

Geride yüz otuz edebi eser ve sayısız makale bırakan Ahmet Râsim Bey, on dokuzuncu yüzyıl Türk edebiyatının en dikkate değer yazarlarındandır. Eski İstanbul’un toplumsal hayâtının her kesimini, kalemini usta bir ressamın fırçası gibi kullanarak ölmez tablolarda sonsuzlaştırdı.

Yaşadığı dönemin ünlü kişilerinin portrelerini ve kendi hayâtının en ilginç yönlerini yine kendisinden öğreniriz. Bu gibi eserlerinin hemen hemen hepsinde biyografi ve otobiyografi yazarlığı yapmıştır.

Yazarlık hayâtına Ceride-i Havadis gazetesinde tercümeler yaparak başladı ve o zamanlar İstanbul’da yayınlanan bütün yayın organlarında yazdı. Çok yönlü bir kişiliği olan, tarih ve lügat çalışmaları da yapan Ahmet Râsim Bey’in ilk eseri “Fonograf” tir. Kendi ifadesine göre “Tarih-i Osmani”sini Alman Türkoloğu Hartmann çok beğenerek bir Alman mecmuasında övücü yazılar yazmış.

Aynı eser Belçika’nın Beyrut konsolosu ile rüsumat nazırı Nazım Kamil Efendi tarafından fransızcaya çevrilmiştir. Çok iyi fransızca bilen üstad, her türlü dünyâ nimetini tadarak “rindane” bir hayât sürmüş, gittikçe olgunlaşan bir kimlik kazanmış ve her kesimde aranan bir kimse olmuştu.

21 Eylül 1932 tarihinde Heybeliada’da öldü ve adanın mezarlığında toprağa verildi. Öldüğü zaman milletvekili idi.


22 Eylül 1932 tarihli Vakid gazetesinde şu yazı çıkmıştır: “… Merhumun hayâtı boyunca üç dileği varmış: Birincisi ölürken “Allah” demesi, ikincisi sarhoş olarak kendini bilmez bir halde can vermek, üçüncüsü cenazesinin cuma günü defnedilmesi… Üç dileğinin üçü de tahakkuk etmiştir. Merhumu Heybeliada’da Türkler kadar Rumlar da severdi.

Kilise cenazeye iştirak edip son hürmet vazifesini yapmak üzere iri yarı bir zangoçu memur etmişti. Resmi elbisesi, kaskanı, sırmalı kemeri, elinde kocaman sopasıyla gelen zangoç başından sonuna kadar merasimde hazır bulundu. Onun için Tahir Nedim Bey şu beyti söylemiş:

Pirimi, üstadımı ruşen-dil Ahmed Rasim’in
Şive-i tarz-ı beyan-ı cavidanından sakın

Güçlü bir yazar oluşu, içkiye düşkünlüğü ve bu gibi hayâtı seven bir kimse olmasiyle çağının ünlü sanatkarlarıyla ilişki kurmuş, Şevki Bey, Tatyos Efendi, Hristo, Vasilaki, Tanburi Cemil Bey gibi ustalarla görüşmüş ve bu insanlarla ilgili pekçok anıyı bize aktarmıştır.

Ahmet Râsim’in hayâtının büyük bir bölümü Kadıköyü’nde geçti. O zamanlar Kadıköyü’nde ünlülerin devam ettiği “Papazın Bağı” denen bir yer vardı. Üstad burasını pek sever, dostları ile burada buluşurdu. Gençliğinde uçarı çapkın olmasına rağmen bu tiplerin uğrak yeri olan Beyoğlu’nu sevmez, gizli ve gözden uzak eğlence yerlerinde dolaşırdı.

“Fuhş-i Atik” adındaki eseri bu günlerin anılarını anlatır. Zamanının büyük bir bölümünüde şurada burada geçirdiğinden İbnülemin Mahmud Kemal İnal, hayât hikayesini Florinalı Nazım Bey’i göndererek bir gazinonun bahçesinde aldırtmıştır. En sevdiği semt Kalamış olduğu için Vasilaki ve Tatyos ile burada vakit geçirirdi.

Çok sevdiği bir kadınla Büyükada’da büyük bir aşk yaşadığını, bunun için sık sık ortadan kaybolarak adaya gittiğini yakından tanıyanlar bilirdi. Yine bunun gibi gençliğinde tanıyarak sevdiği bir kadının hatırasına “Gözümde iş ve nümadır hayal-i bi-bedelin” güfteli şarkısını aynı kimseyi yıllarca sonra yaşlanmış ve yıpranmış bir halde gördükten sonra da “Sen söyle ne oldun, yine avare mi kaldın?” güfteli eserini bestelemiştir.

Ahmed Rasim’in musiki çevresini Hüseyin Şehsuvar anlatıyor

“… Ahmet Râsim Bey, Şifa’da Yervant’ın gazinosunda oturmuştur. Yarı yarıya su konmuş olan rakısını yudumlamakta, tanburi Fahri’nin (Fahri Düngelen) mızrabından, Şimendiferli Edip’in sesi ile kendi bestelerini dinlemektedir. Bazen tatlı, munis, kıvrak bir ses de tanbura refakat edebilir. Bu Ahmed Rasim Bey’in torunu şimdi bestekar Osman, yani Osman Nihad Akın‘dır.”

“… Evine davet ettiği ve evlerine gittiği kimseler, sevdikleri arasında Münir Süleyman Çapanoğlu’nun babası Şura-yı Devlet azasından Süleyman Bey, topçu İbrâhim Bey, Beyoğlu’nda bir tıbbiye talebesini kurtarmak için kendisi tramvayın altına girip ezilerek vefat eden bektaşi babası Nuri Baba, Kahyaoğlu Galip Bey, Neyzen Tevfik, Tanburacı Osman Pehlivan, zurnacı Arap Mehmed, neyzen Sarı Cemil, Cumhuriyet gazetesi mes’ulü Agah ve saire vardı.

Ayağı düştükçe Kadıköyü’nün hemen her meyhanesine uğrardı. Daha evvelleri kendi evinde de toplantılar yapılır, bazı arkadaşlarının evlerindeki toplantılara da giderdi. Bu toplantılarda saz çalınır, şarkılar, gazeller okunur, söz-sohbet edilir, geceyarılarına ve sabahlara kadar içilip eğlenildiği halde en küçük bir terbiyesizlik, kavga, gürültü eden olmazdı.”

Torunu Osman Nihad Akın, tarihci Ahmet Refik Altınay, Ahmed Rasim’in aşklarını, bunlarm yankılarını pek güzel dile getirmişlerdir. Dedesi için Osman Nihad Akın, “Benim bildiğim bir şey varsa onun sebebsiz bir şiir, bir şarkı güftesi, bir roman, hatta bir makale yazmadığıdır” diyor.

Aynı zamanda bir mizah ustasıdır. Çok güzel taklit yaptığını tanıyanlar söylüyor. Sultan II. Abdülhamid döneminin baskılı yıllarında Çam limanında eğlenirken Arab taklidi yapmış. Çamlar arasında bir harem ağasının kendilerini dikkatle dinlediğini fark edince hiç istifini bozmadan: “Ey cemaat! Karanlık bastığından vaazımızın üst tarafını başka bir gün tamamlarız” diyerek topunun birden sürgün edilme ihtimalini önlemiştir.

İçki ile başının hoş olmasına rağmen belirli miktarın dışına çıkmaz, içkiyi bir sohbet aracı olarak kullanırdı. Bu durumdan sık sık söz edenlere de sinirlenirdi. Bir gün koltuğunun altında kağıda sarılı bir binlik şişe ile Kadıköyü iskelesine çıktığı sırada sevmediği bir kişi ile karşılaşmış ve aralarında şöyle bir konuşma geçmişti:

– Maşallah üstad! Böyle nereye?
– Eve! Koltuğunun altındaki binliği işaret ederek,
– Çakıntıya mı?
– Evet!
– Üstad! Siz çok kamil, alim, fazil muhterem bir zatsınız. Fakat, şu sarhoşluğunuz olmasa… Herkes sarhoşluğunuzdan müşteki. Gece demeyip, gündüz demeyip içiyorsunuz. Deyince Ahmed Rasim Bey lafı ağzına tıkayıvermisti:
– Bana bak bana! Ben gece içerim, gündüz içerim ama ne kadar içeğimi, ne yapacağımı, ne edeceğimi, nasıl adım atacağımı, ne söyleyeceğimi bilirim.

Benim gibilere sarhoş değil ayyaş derler. Sarhoş, diye senin gibilere derler ki, iki tane içtikten sonra ne yapacağını, ne ettiğini, ne söylediğini bilmez; hatta içmeden bile!…” O zamanki devlet yönetimine ters düştüğü için günlük yazılarından her zaman tedirgin olurdu. Şu olay bu tedirginligin güzel bir örneğidir:

“… Bir gün arkadaşlarla bir lokantada yemek yerken zabıta başucuma dikildi, diyor Ahmed Rasim Bey.
– Zatıalilerini Merkez Komutanlığı’na götürmeğe memurum. Şöyle bir ayıldım. O gün, o günden evvelki makalelerim birer birer gözümün önünden geçti. Öyle şüpheli bir şey yazmamıştım. O halde merkez komutanı Sadeddin Paşa, Sultan Hamid’in baş mutemedi acaba beni ne diye arıyordu? Soğuk bir terin ensemden belkemiğim boyunca indiğini hissettim.

Dışarıda bir kanunu evvel (Aralık) gecesinin yarısı, rüzgarlı, uğultulu, tenha ve titrek kararıp gidiyordu. Zabit (subay) bir fayton çağırdı. Şemsiyemi kapadım, bir köşeye suçlu suçlu büzüldüm. Çok bekletmediler. Fesimi, gözlüğümü düzelttim, redingotumun düğmelerini yokladm, acele ilerleyip etekledim. Paşanın gözleri kıpkırmızı idi. Dedi ki:

– Sizi rahatsız ettik Rasim Beyefendi… İçim biraz ferahladı.
– Başımıza geleni sormayın; Bestenigar Kalfa sizlere ömür.
– Cenab-ı Hak ömr-i devletlerini müzdad buyursun… duasını mırıldandım.

Paşa’nın konağı zamanının musiki akademisi idi. Hatta Sultan Hamid’e raks için, saz ve söz için çerkes kızları talim ve terbiye edilirdi. Bestenigar Kalfa Paşa’nın sazının başhanendesi idi. O ne ses! Kemençe gibi bir ses ki, bir kemençenin perdelere ram emniyeti bile onda vardı. On beş gün evvel “Enfloenza” gibi başlayan dörtnala bir verem, o kahrolası hastalık o güzeller güzeli tazeyi alıp götürmüştü. Paşa devam etti:

– Şimdi zatialilerinden rica ediyorum. Hale münasip bir güfte kerem buyurun…
– Ferman efendimizindir, dedim, dışarı çıktım.

Beni yan odaya aldılar. Bir de ne göreyim Hafız Hüsnü de orada değil mi? Onu da çalyaka edip getirmişler ki, güfteyle beste olsun diye… Oturdum… Korku ile kaderin, mesti ile huşyarlığın memzuç ve mümtezici şu mısraları söyledim:

Çok sürmedi geçti tarab-ı şevk-i baharım
Soldu emelim, goncelerim, reng-i izarim
Bir bülbül-i raksan-i tarab-nak idim amma
Bilmem ki neden terk-i heva etdi hezarım
Bir nağme-i dilsuz u gam ile düştü Irak’a
Ben böyle gönüller yakıcı Bestenigar’ım
Hafız Hüsnü bestesini Bestenigar eyledi.

Geçtik Paşa’nın yanına… Ben güfteyi okudum Paşa merhum hıçkırdı. O besteyi terennüm etti hüngürdedi… Etekleyip dışarı çıktıktan sonra bize altın yirmişer lire ihsan geldi. Eh! Bestenigar Kalfa’nın bestesi, hafızın sesi bir araya gelince döndük yine meyhaneye. Meyhanelerdeki küp kırığından fazla tövbe kırığı vardır…”

İyi bir bestekar olan Ahmed Rasim Bey’in eserlerinin sayısı altmış beşi bulur. Ancak bunların yirmi kadarının notası bulunuyor. Şarkılarının hemen hemen hepsinin sözleri kendisine aittir, Ayrıca söylemiş olduğu şarkı formundaki şiirlerinin pek çoğunu çağının bestekarları bestelemiştir. Zamanımızda da bestelenen şiirleri vardır. Musikiyi Daruşşafaka’da okuduğu yıllarda, burada musiki hocası olan Zekai Dede‘den öğrendi.

Bu sanata karşı ilgisinin çok küçükken başladığını, okul sıralannda heves ettiğini, bazı ilahiler bestelemeye çalıştığını, halk şairleri ile ilişki kurarak onlardan mani, destan, divan ve Anadolu türkülerini öğrenmek istediğini “Milli Mecmua”da yayınlamış olduğu yazılarda anlatır. İlk eserinin zavil makâmında bestelediği, “Bilmem ne için cazibe-i didara düştün, Hiç olmayacak derd ü bela pervere düştün” güfteli eseri olduğu söylenir. Besteleyerek götürdüğü esere hocası bir göz gezdirerek “geçelim” demiş ve meşk etmişler. Aynca kendisine de iltifat etmiş.

Halk musikisine bu kadar düşkünlüğünü ileri yaşlarında da sürdürmüş, Kayseri’de öğretmen olan oğlu İstanbul’a izinli gelirken beraberinde getirdiği hademeye her gün saz çaldırtarak türküler dinlediğini biliyoruz. Okul sıralarındaki musiki öğrenimini yeterli bulmamış, hayâta atıldıktan sonra da hocasının peşini bırakmamış ve bu sanatı çağının diğer ustalarından da öğrenmeye gayret etmiştir.

Bu durumu Veled Çelebi şu satırlarla anlatıyor: “… Ahmed Rasim aynı zamanda ihvanımızdı. Darüşşafaka’da musiki hocası Hoca Zekai Dede merhumdu. Zekai Dede Eyub’un müntehasında Bahariye Mevlevihanesi’nde kudümzenbaşı idi. Ahmed Rasim Hoca Zekai’den eski kârları, nakışları, semaileri geçmiş ve kendisi de musikide üstad olmuştu. Kendi şiirlerini, vesaireyi bestelemek suretiyle bir hayli şarkıları da vardır. Ayin-i Şerif leri hep geçmişti; sikke giyer mutribe çıkardı…”

Bir zamanlar ud çaldığı söylenir, ancak bu konuda kesin bir kanıt yoktur. “Ahmed Rasim Bey, zamamının geleneksel musiki öğrenim ve öğretim sistemi içinde yetişmiş, diz döğerek usulleri öğrenmiş, makamlarımızın melodik karakterlerini, özelliklerini, inceliklerini ustalıkla kavramıştır; şarkıları bunu gösterir…

Bunların melodik kuruluşlarında ve edalarında Hacı Arif Bey gibi, Şevki Bey gibi zat ve zamanlarını idrak ettiği büyük bestekarlarımızın izlerini, etkilerini işitmek pek mümkündür… O da her gerçek sanatkar gibi şaşmaz bir alın yazısı ile, son yıllarında büyük bir yoksullukla yüz yüze geldi. Kırk sekiz yıllık yazarlık geçimini güçlükle sağlamış, çalışamayacağı günler için bir şeyler biriktirememişti.

Gerek I. Dünyâ Savaşı, gerekse Kurtuluş Savaşı yıllarında gençlere umut verici, onları gayrete getirici yazıları ve Sultan II. Abdülhamid döneminin baskı rejimine karşı gösterdiği cesaret Atatürk‘ün gözünden kaçmamıştı.

1927 yılında bir iş için Ankara’ya gelen üstad, maddi durumu bozuk olduğu için ucuz otellerden birine indi. Bir kaç gün sonra Atatürk’ün çevresine yakın bir kişi olayı Gazi’ye anlatınca O da üzüldü. Gece saat yirmi dörtte Çankaya Köşkü’ne davet edildi.

Çok telaşlanan Ahmet Râsim Bey’in üstüne giyecek doğru dürüst bir kıyafeti bile yoktu. Atatürk, büyük bir tedirginlik ve tereddütle gelen misafirini saygı ile karşılamış ve yanına oturmuştu. Uzun uzadıya sohbet edildikten sonra Atatürk:

– Üstad! Ankara’ya gelir de bizi aramazsınız, oldu mu ya bu? Ben bir şey düşündüm, bir ricada bulunacağım. Münhal bulunan milletvekilliklerinden birine aday gösterirsek lütfen kabul eder misiniz? dedi. Sıkıntısını anlayıp, fakat bunu belli etmeden kendisine yardımcı elini uzatan bu büyük insan karşısında gözleri dolarak: “Paşa Hazretleri! Lokma aslanın ağzında diye bir söz vardır. Bu söz gerçekten doğru imiş. İşte ben bu lokmaya şu anda kavuşmuş bulunuyorum” dedi. Kaynak: eksd.org.tr

Ahmet Râsim belgeseli

Darüşşafaka - Ahmet Rasim Belgeseli

Bir yanıt yazın