
Türk sanat müziği bestekârlarımızdan Neveser Kökdeş; hayâtı, besteleri, sitemde bulunan şarkılarının bütün bilgileri, sözleri, notaları ve video yorumları.
İçindekiler
Hayâtı
Neveser Kökdeş, 1904 yılında, Üsküdar’da, şimdiki Altunizade semtinde, dünyâya geldi. Annesi, Dilber Hanım, babası, Sultan Abdülaziz’in, Baş mabeyincisi, Dramalı Hurşit Paşa’dır.
Neveser Kökdeş’in, bir baba ve üç anneden olmak üzere, sekiz kardeşi vardır. Kardeşlerinden biri de, babasının, Sînesaf Hanım’dan olan, ünlü operet bestecisi, Muhlis Sabahattin Ezgi‘dir. Neveser Kökdeş, babası Hurşit Bey’in, son çocuğudur.
Neveser Kökdeş, ilk müzik eğitimini, çok geniş ve modern bir âilede, sanat içinde büyürken almıştır. İlkokuldan sonra Notre Dame de Sion’da okumuş ve zamanına göre, çok iyi bir eğitim almıştır.
Notre Dame de Sion’da, piyano çalmasını öğrenmiş, okuldaki bir yarışmada, birincilik kazanmıştır.
Besteciliğe, henüz 12 yaşında, polkalar besteleyerek, başlamıştır. İstanbul Radyosu’nda, bir süre, piyano sanatçısı olarak çalışmış, ama radyoda, aradığı ortamı bir türlü bulamamış ve mutlu olamamıştır. Mûsikîmizin, geleneksel yapısına bağlı kalmayıp, kendi eğitimini de yansıtan, farklı bir yol izlemiştir.
Aşağıdaki gelin – damat foroğrafındaki, gelin, Neveser Kökdeş’dir. Yanındaki eşi, topçu teğmeni Mehmet Ali Üsküdarlı Bey’in başı, fotoğrafa, fotomontajla eklenmiştir. Çünkü, Mehmet Ali Bey, cephede şehit olduğu için, Neveser’in elinde, birlikte çekilmiş, tek bir fotoğrafları bile, kalmamıştır.

İyi derecede, Fransızca bilen, varlıklı bir âilenin kızı ve döneminin şık hanımlarından biri olan, Neveser Hanım, 16 yaşındayken, topçu subayı, Mehmet Ali Üsküdarlı ile evlenmiştir.
Ancak, bu evlilik, çok kısa sürmüş, kurtuluş savaşı sürerken ve oğlu, Adnan Kökdeş’e iki aylık hamile iken, eşinin şehit olduğu, haberini almıştır. Bu haberi aldığı zaman, üzüntüden, hemiatrofi denilen, bir hastalığa yakalanmışsa da, tedâvi neticesinde, yüzünde bir aksaklık kalmamıştır.
Bu dönemde, hayâtını, piyano dersi vererek, sürdürmüştür. Oğlu Adnan ile, hayâtını devam ettirmeye çalışırken, ekonomik sıkıntılar çekmiş ve çok zor günler geçirmiştir. Babaannesini 17 yaşına kadar tanıyan, torunu Zuhal Öcal, Neveser Kökdeş’in, zor günlerinin canlı şahidi olarak, şunları söylemektedir:
“Babamın vefâtından, iki sene sonra, Mesam’da, telif hakkımızın olduğunu öğrendim ve çok ağladım. Maalesef babaannem, bestelerinden hiç para kazanamadı. Eserlerinin, orkestrasyonunu bile, kendi parası ile yaptırırdı. Müzisyenliğinin, keyfini süremedi; çünkü, hep sıkıntı içinde yaşadı.”
Küçük yaşta, ağabeyi Muhlis Sabahattin‘den, eğitim alan sanatçı, gitar ve piyano’da, konserler verecek kadar, iyi bir icrâcı olmuştur. Ayrıca, ağabeyi Muhlis Sabahattin gibi, bestecilik konusuna da, ilgi duymuş ve bu konu üzerinde de çalışmıştır. Bestelerinde, kendine özgü, bir tarz yaratmıştır. Sanatı, bu açıdan incelenecek olursa, kendine özgü bir tarzı olduğu, anlaşılır.
Geleneksel, kalıp ve üslûptan farklı olan, bu tarz, Mesud Cemil tarafından, “Neveser Mûsikîsi” diye, isimlendirilmişti. Ağabeyi, Sabahattin Bey‘in, operet temsillerinde, piyano çalmıştır.
Piyano, tanbur ve gitar çalması, güftekarlığı yanında, hem, kendine özgü bir tarz yaratmış olması ve hem de, çok sayıda, eser vermiş olması, Neveser Kökdeş’in, Türk müziği içinde, ne kadar önemli bir müzisyen olduğunun kanıtıdır.
Genellikle; tango, vals, operet ve şarkı formlarında, eserler besteledi. Şarkılarının çoğu, Semâî usulü’ndedir ve çoğu eserinin güftesini, neredeyse tamamını, kendisi yazmıştır.
Şarkı formundaki, ilk bestesi; “Gülüyorsun Güzelim, Gül, Güle Gülmek Yaraşır” isimli şarkıdır. Bestelerini, uzun süre saklamış ve ancak ağabeyi Muhlis Sabahattin‘in (13 Şubat 1947) ölümünden sonra, ortaya çıkarmıştır.
İlk eseri, radyoda, onun öldüğü gün, yayınlanmıştır. Geleneksel kalıp ve üslûptan, farklı olan bu tarzı nedeniyle, zamanında birçok eleştiri almıştır.
Ayrıca, “Tango Şarkılarının Kraliçesi” olarak da isimlendirilmiştir. Neveser Kökdeş, zamanının en popüler dergisi olan, Radyo Alemi’nde, 26 Mart 1953 tarihinde yayınlanan röportajında, şunları, söylemektedir:
“Fes-mes devri geçti, niçin mûsikîmizde, inkılâbı hazmetmiyoruz?. Dede’ler ve Rahmi Bey‘lerin bile, zaman zaman, Türk müziğinde, inkılâp yapmak üzere, harekete geçtikleri görülmüş, fakat, fes’in altındaki zihniyet karşısında, daha fazla cesâret edememişlerdir. Yâni, herkes bilir ki, Dede‘nin, valsleri vardır.
Benim “aman”larım, basit, eski tarz, “aman”lar değildir. Fakat, geçenlerde radyoda dinledim, bir hanım sanatkârımız, bir köçekçemdeki “aman”ı gazel “aman”ına çevirdi. Bir “aman” çekti ki, ben de, aman dedim. Eserlerimi güzel okuyan sanatkâr, Sabite Hanım’dır.
Mualla Mukadder de fenâ değil, fakat, Sabite Tur’un sesi, alafranga nağmelere, daha çok gidiyor. Bu işten, kırk para kazanmıyorum. Üstelik, eserlerime orkestrasyon yaptırmak için, cebimden para verdiğim bile oluyor. Bestekârlık bana, sıhhatimi, saadetimi, her şeyimi kaybettirdi.
Bütün bu zahmetin ve ızdırapların, mükâfatı nedir biliyor musunuz? Bestelerimi, tahrif etmek suretiyle, harcamak. Halimi görüyorsunuz. Halbuki Türk müziğini, hudutlarımızın dışına çıkarmış bir, sanatkârım. Eserlerim halen, Londra ve Paris operalarında çalınıyor.”

Torunu, Zuhal Öcal, Neveser Kökdeş’in eserlerinin, yurtdışında çalındığı bilgilerinin, MESAM kayıtlarında olduğunu doğrulamaktır.
Neveser Kökdeş’in, bazı kaynaklara göre, 500’den, bazılarına göre ise, 1000’den fazla eser bestelediği, ileri sürülmektedir. Bazı kaynaklarda ise, ölümünden sonra, eserlerinin yakılmasını vasiyet ettiği ve pek çok bestesinin, bu vasiyeti gereği, yakıldığı belitilmektedir.
Ancak torunu, Zuhal Öcal’dan alınan bilgiye göre, Neveser Kökdeş’in, böyle bir vasiyeti olmamıştır ve 200 civarında eserinin notası, bugün kendisinde bulunmaktadır. Zuhal Öcal, küçük yaşlarında, Neveser Kökdeş’in, kendisine piyano hocalığı yaptığı günleri ise, şöyle aktarmaktadır:
“10 – 11 yaşlarımda, O Moda’da, biz Kızıltoprak’da oturuyorduk. Çok sert bir hocaydı ve beni çok zorlardı. Beni, piyanonun başına oturtur, kendi, arka odaya gider, oradan dinlerdi. Benim çalmak istediğim notaları önüme koyar, ezberleyene kadar, durmadan çalışmamı isterdi. Nota dışında, en ufak bir tuşa basmamı, istemezdi. Onun şarkıları ile büyüdüm, onun şarkılarını çaldım. Bestecilik tarafım, hiç olmadı.”
Neveser Kökdeş, bir süre İstanbul Radyosu’nda çalıştı ise de, genellikle, resmi görev almamış, İstanbul Radyosu’nda, sadece piyano sanatçısı olarak, solo, piyano konserleri vermiştir. Uzun süre, İstanbul Radyosu’nda, cuma akşamları, canlı yayın konserlerinde çalmıştır. Ankara Radyosu’nda ise, hiç çalışmamıştır. Torunu Zuhal Öcal, yine o günler ile ilgili görüşlerini, şöyle aktarmaktadır;
“Radyo konserleri için, özellikle Sâbite Tur, Ayla Büyükataman, İnci Çayırlı başta olmak üzere, haftanın birkaç günü, evinde provalar yapar, özellikle Sabite Tur’u, çok severdi. Geleni gideni, hiç eksik olmazdı. Radyo yönetimiyle, çatışarak da olsa, radyo konserlerini uzun yıllar sürdürdü. Sesi de güzel olduğu halde, bazı kaynaklardaki yazan bilgilerin aksine, hiç şarkı söylememiştir.”
Hayâtının, son yıllarını, Neveser Hanım’ın yaptığı müziğe hayran olan, Ahmet Sapmaz’ın, Moda’daki, 2 katlı evinin (şu an halen, Kumluk mevkiinde duran) karşısındaki, kendi evinde geçirdi.
Söylenenlerin aksine, Ahmet Bey’in, himayesinde değil, yakın komşuluk ilişkileri içerisinde, yaşamışlardır. 8 Ağustos 1962 tarihinde, Kadıköy’deki evinde, kalp krizi geçirerek, vefât etmiştir.
Cenazesi, 9 Ağustos 1962 tarihinde, Üsküdar, Karacaahmet Aile Mezarlığı’nda toprağa verilmiştir. Vefatı ile ilgili, Zuhal Hanım’ın, üzüntüyle aktardığı anısı ise, şöyledir:
“Pratikten bir eser çıkarmaya çalışırken, babaannem, sinirlenerek, piyanonun kapağını, ellerimin üzerine kapattı ve bunun ardından, ağlayarak, evden ayrıldım. Bir kaç saat sonra, babannemin, kalp krizinden vefât ettiğini öğrendim. Bu olay beni çok üzmüş ve derinden etkilemiştir.”
Neveser Kökdeş, acı çeken, ama, hiçbir şeyden de tâviz vermeyen, bir İstanbul, hanımefendisiydi.
Kaynak: musikidergisi.com

Sıcak bir Temmuz sabahı, İstanbul gazetelerinin birinde, küçük bir haber yer alıyordu. Hüzünlü şarkıların bestecisi, Neveser Kökdeş, 62 yaşında, bu dünyâdan göçmüş, yaşamı boyu onu saran acılardan, kurtulmuştu.
Arkasından, onu anlatan, bir iki, yazı çıktı, fakat, hepsi o kadar… İnsanlar, o günlerde, başka olaylarla ilgileniyorlardı. Talat Aydemir, tutuklanıyor, Koçero’nun, dağlardaki saltanatı sürüyor, ganster Necdet Elmas hakkında, şehir efsaneleri, anlatılıyordu.
Twist salgınına kapılan, gençler, Marilyn Monreo’nun, intiharıyla, sarsılmışlardı. “Aşkı fısıldar sesin” şarkısının yazarının, üzerine serilen, kül bulutu, o günden, bu yana, kalkmadı. Onu hatırlayan da, pek olmadı…
Neveser Kökdeş, Abdülaziz’in, baş mabeyncisi, Hurşit bey kızıdır.
Hurşit Bey, Sultan Aziz’in, tahttan indirilmesinin ardından, Mardin’e, ardından, Adana’ya, son olarak da, Drama’ya sürülür. Kendisi, zarif, zevk sâhibi bir kişiydi. Mûsikîyi sever, keman, lavta, on iki telli saz ve nısfiyeyi, zamanının büyük alaturka icrâcıları derecesinde, çalardı.
Neveser Hanımın, annesi olan, Dilber Hanım, Hurşit beyle evlendiğinde 13 yaşındaydı. Hurşit bey ise, yaşı 70 olmasına rağmen, ruh ve beden yapısı olarak, diriymiş. Dilber Hanımı, eve geldiğinde, kendisini, 50 yaşındaki, üvey kızı karşılamıştı. Hurşit Bey, dört evlilik yapmış, eşlerinden, altı çocuğu, olmuştu. Sırasıyla; Agah, İhsan, Muhlis, İkbal, Neveser, Emine Şayan…
Bunların, en küçüğü olan, Neveser’in, kardeşleri de, müzik alanında başarılı olmuş kişilerdi. Hemen hepsi, piyano çalma konusunda, hünerliydi. Kardeşlerinden, Emine Şayan, alafranga müzikle ilgilenirdi.
İkbal, Viyana’da, sürekli şan dersleri aldıktan sonra, birinci derecede, ses sanatkârı olarak, yetişmişti. Bayan Agâh ise, alaturka piyanoda, büyük başarı sağlamıştı. Ama bu kardeşler arasında, en ünlüsü, şüphesiz ağabeyi, ünlü operet ve şarkı bestecisi, Muhlis Sabahattin Ezgi‘dir.
Üsküdar Bağlarbaşı’nda, 1904 yılında doğan, Neveser Kökdeş, bir röportajda, çocukluk döneminde müzikle tanışmasını şöyle anlatır: “Babam, Hurşit Paşa, mutasarrıf olarak, Drama’da sürgünken, dünyâya geldim. Babam, oniki telli saz çalardı. Bu sebeple, âilece, müziğe karşı düşkünlüğümüz fazladır.
Çocukluğumdan beri, müziğin aşığıyım. Kendi kendime çalıp, ağladığım, çok vâkidir. Müzik aletlerinden; gitar, tanbur ve piyano çalarım.” Hurşit bey ”Sünbülüm” dediği kızını, ancak birkaç yıl sevebildi. Babasının vefâtı üzerine, Neveser’e, 10 altın, maaş bağlandı.
Her şey, bir polka İle başladı
Babasının ölümünden sonra, Selânik’te okuyan ağabeyi, Muhlis Sabahattin’in yanına götürülen, Neveser, ana okuluna, burada gider. Aynı dönemde, annesi, ikinci evliliğini yapar. Neveser, yeni âilesiyle, İstanbul’da, Sarıgüzel’deki, evlerine taşınır. İlkokula, İstanbul’da başlar. Bir yıl sonra, Aksaray’a taşındıkları için, okul değiştirir.
Eğitimini, Mürebbiye-i Etfal adlı, özel bir okulda sürdürür. Bu sırada, Ahmet Bey adlı, bir öğretmenden, ilk piyano derslerini alır. Ardından, piyano hocalığını, Adonolfi adlı, bir İtalyan üstlenir. Bunu, Fransız bir mürebbiyenin, dersleri izler. Eğitimini, Notre Dame de Sion’da sürdüren, Neveser’in, müzikle ilişkisi, burada da, sürer. Bunu şöyle anlatıyor:
“Notre Dame de Sion’da, tahsilim sırasında, piyanom meşhurdu. Konkurlarda, dâimâ birinci olurdum. İlk eserimi, on iki yaşında, alafranga bir besteyle yaptım.” Bu beste, bir polkadır. Ardından, prelüdler, valsler, tangolar, fanteziler, marşlar, Çigan havaları ve operet müzikleri gelir. Ayrıca, pazarları, kilisede, ilâhi söyleyen, Hıristiyan arkadaşlarına, orgla, eşlik etmeye başlamıştır.
Birinci Dünyâ Savaşı’nın, başlaması üzerine, okulu kapanan Neveser, evinde, Oristi Calopotoni ile, piyano ve gitar derslerini sürdürür. Aynı yıllarda, ağabeyi, Muhlis Sabahattin’in eşi, Seniye Hanım’ın, kardeşi, Edirne Müstahkem Mevki Komutanı, Rifat Paşa’nın oğlu, Topçu Mülazımlardan, Mehmet Ali Bey, Neveser’le, evlenmek ister.
Evlilik hazırlıkları sürerken, Neveser, annesinin ani ölümüyle, sarsılır. Daha bunun acısını, atlatamadan, Mehmet Ali Bey’in, Belçika Ostend’e, tâyini nedeniyle, annesinin, kırkı çıkar çıkmaz, evlendirilir. Hüzünlü başlayan bu evlilik, ne yazık ki, üzücü bir sonla bitecektir. Nev’eser’in, çok kısa bir süre, berâber olabildiği eşi, kurtuluş savaşı cephesinde, şehit düşer.
Tek çocuğu, Adnan, daha bir yaşını bile, doldurmamıştır. Eşinin şehit olması ile, ekonomik sıkıntılara, girmiş,bu sıkıntı yüzünden, içine kapanmış ve sinir hastası olmuş, 35 yaşlarında, geçirdiği, yüz felci nedeniyle, yüzünün sağ tarafını, kullanamaz olması da, onu büsbütün üzmüştür. Bu içine kapandığı, hayâl dünyâsında yaşadığı dönemde, bestelerini yapmıştır.
Neveser Kökdeş’in, eşinin ölümünden sonraki dönemi
“Eşimin vefâtından sonra, dünyâm kararmıştı. Oğlumla birlikte, beş yıl boyunca, evime kapandım, dışarı adım atmadım. Dünyâya, küsmüştüm. Sonra, karlı bir kış günü, kendimi artık toparlamaya, karar verdim. Bahçeye çıktım, temiz havayı, derin derin, içime çektim. İşte, tam o sırada, hızla atılmış bir kartopu çarpmışçasına, derin bir acı duydum, yüzümde. Yanağım, bir anda, kasılıp kalıvermişti sanki…”
Yüzünün, bir yanına felç gelen ve ömür boyu, bunun acısını yaşayacak olan, Neveser, bir daha, aynalara bakmayacaktır… Evdeki, bütün aynaların üzeri, örtülü kalacaktır. Sanatçının oğlu, Adnan Kökdeş, 1950 yılında yapılan bir röportajda, annesinin, Notre Dame de Sion’dan sonraki, müzik yaşamını şöyle özetler:
“Mektepten sonra, Ankara’daki, Türk Ocakları’nda, konserler verip, sonra da, İstanbul Radyosu’na girmiş. Ve ayrıca, Colombia şirketine, epeyce plak doldurmuş. Sonra, ver elini Anadolu… Ağabeyi, çalmış, o söylemiş.” Gerçekten de, 1930’lu yılların başında, Muhlis Sabahattin’in, bazı operet şarkılarının, Neveser Kökdeş tarafından, seslendirildiğini görüyoruz.
Colombia, plak şirketinden çıkan, bu plaklar; Asetlemeap, Çaresaz ve Ayşe operetlerine aittir. Aynı yıllarda, Neveser hanımın, Muhlis Sabahattin’in emprezaryoluğunu yaptığı topluluklarda, piyano çaldığına da, Toto Karaca tanıklık eder.
İlk şarkısı bile acılı bir gününde yayınlandı
Neveser Kökdeş, ağabeyi Muhlis Sabahattin’in, öne çıktığı bu dönemde, eserlerini, kendine saklamayı seçer. Muhlis Sabahattin’in, artık iyice hasta olup, unutulmaya başladığı, kırklı yıllarda, bazı şarkılarını, İstanbul Radyosu’na, gönderir. Ama, aradan aylar geçmesine karşın, radyodan, bir ses çıkmaz.
Çünkü, İstanbul Radyosu müdürü, Mesut Cemil Tel, bir çok, diğer müzisyen gibi, Neveser Kökdeş’in şarkılarının, Türk Müziğine, uygun olmadığını düşünmektedir. Mesud Cemil‘in, alay etmek için, “Onun müziğine, dense dense, “Neveser müziği” denebilir” dediği de, rivâyet edilir.
Neveser hanımın, radyoda çalınan ilk eseri, hazin bir rastlantıdır ki, ilk kez, 13 Şubat 1947 tarihinde, ağabeyi Muhlis Sabahattin’in, cenazesinin kaldırıldığı gün, yayınlanır. Neveser Kökdeş bu olayı, şöyle anlatıyor:
“Ağabeyim, Muhlis Sabahattin Bey’in öldüğü, gündü. Dünyâm, başıma, bir kere daha çökmüş, perişan, bitkin, mezarlıktan dönüyordum. Yol üzerindeki, kahvelerden gelen, bir şarkı sesi ile, irkildim. Durdum, dinledim. Şu şarkı çalınıyordu, radyoda:
Gülüyorsun güzelim, gül, güle gülmek yaraşır…
Bakamam gözlerine bakmaya, gözler kamaşır…
Bu benim, aylar önce, radyoya gönderdiğim ve artık, çalınıp söylenmesinden, zerrece ümidim kalmayan, bir şarkıydı. O an, sevincim ve kederim, birbirine karıştı ve ben o gün, bu gün, birbirine, sarmaş dolaş olmuş, üzüntümü ve sevincimi, birbirinden, asla ve asla, ayıramadım gitti.”
Bu eser, şarkı formundaki, ilk bestesidir, aynı zamanda. Kendisiyle yapılan, bir ropörtajda: ”Eserlerimi, en güzel okuyan, sanatkâr, Sabite Tur Gülerman hanımdır. Mualla Mukadder hanımın sesi de, fenâ değil ama, Sabite Hanımın sesi, alafranga nağmelere, daha çok gidiyor.”
Diyerek, dönemin yorumcularından, Sabite Hanımı beğendiğini dile getirir. Neveser Hanım, “Tango Şarkılarının Kraliçesi” olarak da, isimlendirilmiştir. İstanbul Radyosu’nda, bir süre, tanbur sanatçısı olarak da, çalıştı, ama, radyoda aradığı ortamı bulamamıştı.
Ağabeyi, Sabahattin Bey’in, operet temsillerinde, piyano çaldı ve ona ait, bazı operet şarkılarını, taş plaklara okudu. Piyano, tanbur ve gitar çalması, güftekarlığı yanında, hem, kendine özgü bir tarz yaratmış olması ve hem de, çok sayıda eser vermiş olması, Neveser Kökdeş’in, ne kadar önemli bir üstad olduğunun, kanıtıdır.
Bestelerini, uzun süre saklamış ve ancak ağabeyi, Muhlis Sabahattin’in, ölümünden sonra, ortaya çıkarmıştır. Kendisi öldükten sonra da, eserlerinin yakılmasını vasiyet etmiş ve bu nedenle de, pek çok bestesi, yakılmış ve böylece kaybolup gitmiştir.
Neveser Kökdeş’in, bazı kaynaklara göre, 500’den, bazılarına göre ise, 1000’den fazla eser bestelediği ileri sürülür. Elimizde bunların, 100 kadarının notası vardır. Eserleri, tango, vals, operet ve şarkı formlarındadır. Şarkılarının çoğu, semai (vals) usulündedir ve çoğu eserinin güftesini de, kendisi yazmıştır.
Neveser Kökdeş, zamanının en popüler dergisi olan Radyo Alemi’ nde (26 Mart 1953) yayınlanan bir röportajında, müziği anlamayıp onu eleştirenlene karşı şöyle cevap veriyordu:
“Fes-mes devri geçti, niçin mûsikîmizde inkilabı hazmetmiyoruz. Dede’ler ve Rahmi Bey’lerin bile zaman zaman Türk müziğinde inkilap yapmak üzere harekete geçtikleri görülmüş, fakat fes’in altındaki zihniyet karşısında daha fazla cesâret edememişlerdir.
Yâni, herkes bilir ki Dede’nin valsleri vardır. Benim “aman” larım basit eski tarz “aman”lar değildir. Fakat geçenlerde radyoda dinledim bir hanım sanatkârımız bir köçekçemdeki “aman”ı gazel “aman”ına çevirdi. Bir “aman” çekti ki, ben de aman dedim.”
Neveser Kökdeş özelikle radyo yayınları sâyesinde artık adının iyice tanındığı 1950’li yıllarda geçim ve sağlık sorunlarıyla uğraşmaktaydı. Bu durumu bir röportajda şöyle anlatır:
”Bu işten kırk para kazanmıyorum. Üstelik eserlerimi orkestrasyon yaptırmak için cebimden para bile verdiğim oluyor. Bereket kanatları altına sığınacağım fedâkâr bir evladım var.
Bestekârlık bana sıhhatimi, saadetimi, her şeyimi kaybettirdi. Geçirdiğim buhranlar yüzünden yüzüm takallus etti, elektrikle tedâvi olarak bugünkü halime girebildim. Sesler beni geceleri uyutmuyor. Bütün bu zahmetin ve ızdırapların mükafatı nedir biliyor musunuz?
Bestelerimi tahfir etmek suretiyle harcamak. Halimi görüyorsunuz. Halbuki Türk müziğini hudutlarımızın dışına çıkarmış bir sanatkârım. Eserlerim hâlen Londra ve Paris operalarında çalınıyor.'”
1950’li yıllarda çeşitli radyo dergilerinde yapılan röportajlarda, duvardaki Muhlis Sabahattin portresi ve piyanosunun üzerinde bulunan Beethoven büstüne dikkat çekildiğini görürüz. Sanatçının klâsik batı müziğine düşkünlüğü, o dönem için pek rastlanmayan bir özellik olarak vurgulanır.
Çeşitli röportajlarında bestelerinin arka planını anlatırken, hayâl dünyâsının zenginliğini şöyle açıklar: “Teessür, ızdırap, neşe ve sevinç gibi olaylar, eserlerim üzerinde geniş bir tesir yapar.” Güftelerinde geçmişe dair etkilenmelerin olmadığını söyleyen Neveser şöyle devam eder: “Mâzi, nedense bana ısınamadı. Yahut da ben ona ısınamadım.”
B.B.C.’den Tino Rossi’ye uzanan İlişkiler
Aynı yıllarda, Sermet Sami Uysal’ın yaptığı bir röportajda, sanatçının bestelerinin, yurtdışında da, seslendirildiği, şöyle anlatılır: “(Sanatçının oğlu) Adnan, bir deste mektup getirdi ve içlerinden birisini çekip, bana uzattı…
Mektup, Fransa’daki, Radio Diffusion et Télévision Françaises’in, çeşitli müzik ve caz müziği şefi, Edouard Bervily tarafından gönderilmişti. Ve mealen deniyordu ki: ‘Lütfettiğiniz tangoları aldık, çok memnun olduk. İlerideki programlarımızda çalacağız. En derin hürmetlerimizin, kabulünü ricâ ederiz…”
Adnan, bir mektup daha uzattı. Bu da, İngiltere’nin, en tanınmış The British Broadcasting Corporation (BBC) firmasından, geliyordu. “Rüya”, “Dinleyicilerimizle Başbaşa”, “Kalbimin Sesi”, “Neş’e” isimli tangolarını, derin bir hayranlıkla, prova ettiklerini, büyük bir orkestra tarafından çalınıp, bir kısmının da, plağa alınacağı yazıldıktan sonra, hayranlık ifâde eden, daha bir çok satırlar, ilâve edilmişti.
Hele geçenlerde, B.B.C.’nin, eserlerini çalması, sanatkârı ziyâdesiyle mütehassıs etmiş. Tino Rossi için besteleyip, gönderdiği eserler için, tenorun sekreteri, Tino Rossi’nin, hâlen İtalya’da bulunduğunu, bestelerin, gösterdiği mûsikîşinaslar tarafından, çok beğenildiğini, sanatkârın dönüşünde teganni edeceğini bildirmiş.”

Sermet Sami Uysal anlatıyor
1950 yılının, Mayıs ayı başında, bir ikindi üzeri, Lütfi’yle, Kadıköy’e geçip, sıra sıra, eski ve güzel evlerin bulunduğu, Dumlupınar Sokağı’ndaki, 11 numaranın, kapısını çaldık. Neveser Hanım, bu şirin, Kadıköy evinin, giriş katında oturuyordu. Kapıyı, oğlu Adnan açıp, bizi içeriye aldı. Uzun salon, göze son derece huzur vere,n yemyeşil bir, iç-bahçeye açılıyordu…
Bahçeye bakan, geniş pencerenin yanında asılı duran, sanatçının ağabeyi, Muhlis Sabahattin‘in (1889 – 1947) portresi, sanki, kızkardeşinin piyanosuna gözünü dikmiş, onun üst üste yarattığı bestelerini, dinliyor gibiydi.
Özellikle operetlerinde, (tam 23 operet bestelemiştir) Türk müziği, makam ve usullerini uyguladığı gibi, zaman zaman da, Batı müziğinin, tampere sesleriyle, geleneksel Türk perdelerini, başarıyla kullanan, ayrıca, Türk müziği formlarında da, besteler yapan ve bugün hâlâ, “Dün gece saz meclisine neden geç geldin“, “Bahar geldi gül açıldı”, ” Hatırla ey peri o mesut geceyi“, “Oturmuş testi elinde çeşme başında” başta olmak üzere, pek çok parçasını, zevkle dinlediğimiz, Muhlis Sabahattin, kız kardeşinin, kendi yolunu izleyen bestelerini dinledikçe, belki de, bu dünyâdan erken ayrıldığı için, gözü arkada kalmıyordu…
O portrenin yanında, bir zamanlar, gelmiş geçmiş en büyük, dublaj sanatçımız, Ferdi Tayfur (sahtesiyle karıştırmayın lütfen) ile evli olan, Muhlis Sabahattin’in kızı, Melek’in resmi vardı. Sanki, dudaklarındaki, ince gülümseme, sanat bakımından, rahmetli babasını aratmayacak, böyle bir kız kardeşi bıraktığı içindi.
İyi giyinmiş, özenli makyaj yapmış olan, 1904 doğumlu, Neveser Hanım, salona girip de, biraz sohbet ettikten sonra, Lütfi ile, radyoda okuyacağı şarkıları meşke başladılar.
Piyanosu başındaki sanatçının, parmakları, rakseder gibi, tuşlar üzerinde, büyük bir âhenkle, dolaşıyor ve yalnız ruhunu değil, vücudunu da, çalmakta olduğu bestesiyle bütünleştirip, hâlâ çok güzel olan; içli, duygulu sesiyle, Lütfi’ye refakat ediyordu.
Radyoda okunacak şarkıların, meşki bittikten sonra, sanatçı, parmaklarını tuşlar üzerinde, şöyle bir gezdirdikten sonra, “Size, birkaç tane daha, eserlerimden geçeyim” dedi ve başladı hem çalıp, hem okumaya. Güftesi de kendisinin olan valsini çalarken, hareketleri, ne kadar da asil.
Arkasından, svingini, bir genç kız, kıvraklığı ile çalıyor ve fettan bir genç kız, şuhluğuyla söylüyor. Suzinak makâmındaki zeybeğinde, vakur tavırları hemen dikkat çekiyordu: “Ödemiş bağlarında, gözlerim yollarında.”
Ardından çaldığı tangodan sonra söylediği Segah makâmındaki şarkı, üç yüz güzel bestesinden biri; “Bir emele bin ah çeksem, zevk duyarım her dem yadetsem, sevmek teselli şu boş alemde,Neş’e vardır aşkın her eleminde” sirtosundan sonra çaldığı laz havasını, kırk yıllık bir Karadenizli gibi söylüyor.
Ardından çaldığı, kâşık havası ise, bir başka güzellikte. Mûsikî hayâtı, daha 12 yaşında, Kadıköy’deki Notre Dame de Sion’da okurken, bir polka bestelemekle başlayan, Neveser Kökdeş’in müzik aşkı, bir süre, “alafranga” olarak sürmüş.
Prelüdler, valsler, tangolar, fanteziler, marşlar, Çigan havaları ve operet müzikleri yapmış. Ve okulda düzenlenen, piyano çalma yarışmasında da birinciliği kazanmış. Ayrıca da, pazarları, kilisede, ilâhi söyleyen Hristiyan arkadaşlarına, orgla refakat etmeye başlamış…
Ankara ve İstanbul Radyolar’ında da çalışan, sanatçı, ağabeyi Muhlis Sabahattin’in operetleriyle de, bütün Anadolu’yu dolaştığı gibi; ardı ardına da, o, birbirinden güzel, dillerden düşmeyen, “Sevmek seni bir suç ise“, “Kuş olup uçsam sevgilimin diyarına“, “Gül dalında öten bülbülün olsam“, “Bahar pembe beyaz olur“, “Sevdâ seline kapıldı gönül” gibi şarkılarını yapmış.
Piyanosu eşliğinde, birbiri ardınca sıraladığı şarkılarına, son verince, birden bana dönerek: “Sermet Bey, sevgiliniz var mı?” diye sordu. Hiç beklemediğimden, sorusuna biraz şaşırsam da, bütün içtenliğimle, hayır, dedim. Sevgilim yok. Neveser Hanım, piyanonun taburesinden kalkmadan, sorularını sürdürdü:
“Ya anneniz, babanız?” Onları, daha lisede okurken, birkaç ay arayla kaybettim. “Kardeşleriniz?” Ben doğmadan, ölmüşler, âilemin, tek çocuğuyum. Kardeşlerim olmadığından, yeğenlerim de yok. Üstelik teyzem, halam olmadığından, onların çocukları da yok. Sizin anlayacağınız, hayâtta, yapayalnızım.
Son cümleyi, niye söylediğimi, daha kendim de anlamamıştım ki, Neveser Hanım, piyanosunun başından kalkıp, yanıma gelerek, kanepeye oturdu. Büyük bir içtenlikle, ellerimi avuçları içine alarak, titremesini, engelleyemediği bir sesle;
“Demek, dedi, siz de, benim gibi yapayalnızsınız… Belki bu yüzden, daha salona girer girmez, size çok büyük bir, yakınlık duydum. Belki de, ruhlarımız, aynı noktada birleşip, kaynaştı; imtizac etti (uyuştu/kaynaştı); hatta, izdivaç etti (birbirine eş oldu)”
Ben, bu sefer, onu teselli etmek için; Siz, dedim, benim kadar, yalnız sayılmazsınız; bakın, oğlunuz Adnan var. Bunun üzerine, Neveser Hanım, nemlenmiş olan, gözlerinden akan damlaları silmeden ve ellerini, şefkatle, avuçları içinde tutmayı, sürdürerek; çok yalnız olduğunu, ağabeyinin ısrarı ile evlendiği eşi, Mehmet Ali Bey’i kurtuluş Savaşı’nda kaybettiğini, oğlunun da, sekiz yıl önce, evlenerek, başka eve taşındığını, onun için de, yapayalnız kaldığını, sık sık iç çekerek, anlattı. Sonra da, derinden gelen bir sesle:
– Sizin hayâtınız da, beni, çok duygulandırdı, bundan sonra, ilk bestemi, sizin için yapacağım. Ne kadar, neş’eli, hayâta bağlı, görünüyorsunuz. Meğer bu, içinizdeki yalnızlığı, yenmek içinmiş, tıpkı benim gibi… Bundan sonra, bu iki yaralı kalp, birbiriyle kucaklaşıp, yalnızlıklarını, bir parça olsun, unutmaya çalışacaklar! Artık, sık sık, görüşelim.
Gün battıktan, epey sonra, “Yalnız kalpler” sokağında oturan bestecinin, iznini alıp, sokağa çıktığımızda, Lütfi Güneri, muzip muzip, gülümseyerek; “Benim bile, hiç bilmediğim, bu “yalnızlığın”, Neveser Hanım’ı çok duygulandırdı. Yakında, bu yalnızlıktan da, güzel bir beste doğacaktır. Hem üstelik, bundan sonra, pek de yalnız sayılmazsın!…”
Gerçekten de öyle oldu… Bir süre sonra, Neveser Kökdeş, evime telefon ederek, yalnızlığımın, kendisine ilham etmiş olduğu besteyi yaptığını, iki gün sonra da, İstanbul Radyosu’nda, Muallâ Mukadder Atakan‘ın okuyacağını bildirdi. Bir an, sustuktan sonra, biraz kısık bir sesle: “Belki de, bundan sonra, bestelerimde, hep siz olacaksınız…” dedi ve hemen telefonu kapattı.
Yaptığını söylediği, besteden çok, son cümlesi beni etkilemiş, fakat ne demek istediğini, tam olarak çıkaramamıştım!. Ve iki gün sonra, Muallâ Mukadder, İstanbul Radyosu’nda, yalnızlığımın ilhamıyla yapılmış olan, “Gönlümün baharı bir gün açacak mı acep” diye başlayan şarkıyı okumaya başlayarak, beni çok duygulandırmıştı. Fakat beni, daha çok duygulandıran, bundan sonra, Neveser Hanım’ın bestesinde, bulunacağım müjdesiydi!
Kaynak: emirertas.blogspot.com.tr