Hayâtı
Neveser Kökdeş, 1904 yılında Üsküdar’da, şimdiki Altunizade semtinde dünyâya geldi. Annesi Dilber Hanım, babası Sultan Abdülaziz’in Baş mabeyincisi Dramalı Hurşit Paşa’dır.
Neveser Kökdeş’in bir baba ve üç anneden olmak üzere sekiz kardeşi vardır. Kardeşlerinden biri de babasının Sînesaf Hanım’dan olan ünlü operet bestecisi Muhlis Sabahattin Ezgi‘dir. Neveser Kökdeş babası Hurşit Bey’in son çocuğudur.
Neveser Kökdeş, ilk müzik eğitimini çok geniş ve modern bir ailede sanat içinde büyümüştür. İlkokuldan sonra Notre Dame de Sion’da okumuş ve zamanına göre çok iyi bir eğitim almıştır.
Notre Dame de Sion’da piyano çalmasını öğrenmiş, okuldaki bir yarışmada birincilik kazanmıştır.
Besteciliğe henüz 12 yaşında polkalar besteleyerek başlamıştır. İstanbul Radyosu’nda bir süre piyano sanatçısı olarak çalışmış, ama radyoda aradığı ortamı bir türlü bulamamış ve mutlu olamamıştır. Musikîmizin geleneksel yapısına bağlı kalmayıp, kendi eğitimini de yansıtan farklı bir yol izlemiştir.
Aşağıdaki fotoğraftaki gelin Neveser Kökdeş’in yanındaki eşi topçu teğmeni Mehmet Ali Bey’in başı, fotoğrafa fotomontajla eklenmiştir. Çünkü, Mehmet Ali Bey cephede şehit olmuş, Neveser’in elinde birlikte çekilmiş tek bir fotoğrafları bile kalmamıştır.
İyi derecede Fransızca bilen, varlıklı bir ailenin kızı ve döneminin şık hanımlarından biri olan Neveser Hanım, 16 yaşında topçu subayı Mehmet Ali Üsküdarlı ile evlenmiştir. Ancak, bu evlilik çok kısa sürmüş, oğlu Adnan Kökdeş’e iki aylık hamile iken kurtuluş savaşı’nda eşinin şehit olduğu haberini almıştır. Eşinin şehit haberini aldığı zaman üzüntüden hemiatrofi denilen bir hastalığa yakalanmışsa da tedavi neticesinde yüzünde bir aksaklık kalmamıştır.
Bu dönemde hayâtını piyano dersi vererek sürdürmüştür. Oğlu Adnan ile hayâtını devam ettirmeye çalışırken ekonomik sıkıntılar çekmiş ve çok zor günler geçirmiştir. Babaannesini 17 yaşına kadar tanıyan torunu Zuhal Öcal, Neveser Kökdeş’in zor günlerinin canlı şahidi olarak şunları söylemektedir: “Babamın vefatından iki sene sonra Mesam’da telif hakkımızın olduğunu öğrendim ve çok ağladım, maalesef babaannem bestelerinden hiç para kazanamadı. Eserlerinin orkestrasyonunu bile kendi parası ile yaptırırdı. Müzisyenliğinin keyfini süremedi; çünkü hep sıkıntı içinde yaşadı.”
Küçük yaşta ağabeyi Muhlis Sabahattin‘den eğitim alan sanatçı, gitar ve piyano da konserler verecek kadar iyi bir icracı olmuştur. Ayrıca ağabeyi Muhlis Sabahattin gibi bestecilik konusuna da ilgi duymuş ve bu konu üzerinde de çalışmıştır. Bestelerinde kendine özgü bir tarz yaratmıştır. Sanatı bu açıdan incelenecek olursa kendine özgü bir tarzı olduğu anlaşılır.
Geleneksel kalıp ve üslûptan farklı olan bu tarz, Mesud Cemil tarafından “Neveser Musikîsi” diye isimlendirilmişti. Ağabeyi Sabahattin Bey’in operet temsillerinde piyano çalmıştır. Piyano, tanbur ve gitar çalması, güftekarlığı yanında, hem kendine özgü bir tarz yaratmış olması ve hem de çok sayıda eser vermiş olması nedeniyle Neveser Kökdeş’in Türk müziği içinde ne kadar önemli bir müzisyen olduğunun kanıtıdır.
Genellikle tango, vals, operet ve şarkı formlarında eserler besteledi. Şarkılarının çoğu Semâî usulü’ndedir ve çoğu eserinin güftesinin neredeyse tamamını kendisi yazmıştır.
Şarkı formundaki ilk bestesi; “Gülüyorsun Güzelim, Gül, Güle Gülmek Yaraşır” isimli şarkıdır. Bestelerini uzun süre saklamış ve ancak ağabeyi Muhlis Sabahattin‘in (13 Şubat 1947) ölümünden sonra ortaya çıkarmıştır.
İlk eseri radyoda onun öldüğü gün yayınlanmıştır. Geleneksel kalıp ve üslûptan farklı olan bu tarzı nedeniyle zamanında birçok eleştiri almıştır.
Ayrıca “Tango Şarkılarının Kraliçesi” olarak isimlendirilmiştir. Neveser Kökdeş, zamanının en popüler dergisi olan Radyo Alemi’nde (26 Mart 1953) yayınlanan bir röportajında şunları söylemektedir:
“Fes-mes devri geçti, niçin musikîmizde inkılâbı hazmetmiyoruz. Dede’ler ve Rahmi Bey‘lerin bile zaman zaman Türk musikîsinde inkılâp yapmak üzere harekete geçtikleri görülmüş, fakat fes’in altındaki zihniyet karşısında daha fazla cesaret edememişlerdir. Yani herkes bilir ki Dede‘nin valsleri vardır.
Benim “aman”larım basit eski tarz “aman”lar değildir. Fakat geçenlerde radyoda dinledim bir hanım sanatkârımız bir köçekçemdeki “aman”ı gazel “aman”ına çevirdi. Bir “aman” çekti ki, ben de aman dedim. Eserlerimi güzel okuyan sanatkâr Sabite Hanım’dır.
Mualla Mukadder de fena değil, fakat Sabite Tur’un sesi, alafranga nağmelere daha çok gidiyor. Bu işten kırk para kazanmıyorum. Üstelik eserlerimi orkestrasyon yaptırmak için cebimden para verdiğim bile oluyor. Bestekârlık bana sıhhatimi, saadetimi, her şeyimi kaybettirdi.
Bütün bu zahmetin ve ızdırapların mükâfatı nedir biliyor musunuz? Bestelerimi tahrif etmek suretiyle harcamak. Halimi görüyorsunuz. Halbuki Türk müziğini hudutlarımızın dışına çıkarmış bir sanatkârım. Eserlerim halen Londra ve Paris operalarında çalınıyor.
Torunu Zuhal Öcal, Neveser Kökdeş’in eserlerinin yurtdışında çalındığı bilgilerinin, MESAM kayıtlarında olduğunu doğrulamaktır. Neveser Kökdeş’in, bazı kaynaklara göre 500’den, bazılarına göre ise 1000’den fazla eser bestelediği ileri sürülmektedir. Bazı kaynaklarda ise, ölümünden sonra eserlerinin yakılmasını vasiyet ettiği ve pek çok bestesinin, bu vasiyeti gereği yakıldığı belitilmektedir.
Ancak torunu Zuhal Öcal’dan alınan bilgiye göre, Neveser Kökdeş’in böyle bir vasiyeti olmamıştır ve 200 civarında eserinin notası bugün kendisinde bulunmaktadır. Zuhal Öcal küçük yaşlarında Neveser Kökdeş’in kendisine piyano hocalığı yaptığı günleri ise şöyle aktarmaktadır:
“10 – 11 yaşlarımda, O Moda’da, biz Kızıltoprak’da oturuyorduk. Çok sert bir hocaydı ve beni çok zorlardı. Piyanonun başına oturtur, kendi arka odaya giderdi, oradan dinlerdi. Benim çalmak istediğim notaları önüme koyar, ezberleyene kadar durmadan çalışmamı isterdi. Nota dışında veya notasız en ufak bir tuşa basmamı istemezdi. Onun şarkıları ile büyüdüm onun şarkılarını çaldım. Bestecilik tarafım hiç olmadı.”
Neveser Kökdeş, bir süre İstanbul Radyosu’nda çalıştı ise de genellikle resmi görev almamış, İstanbul Radyosu’nda sadece piyano sanatçısı olarak solo piyano konserleri vermiştir. Uzun süre İstanbul Radyosu’nda cuma akşamları canlı yayın konserlerinde çalmıştır. Ankara Radyosu’nda ise hiç çalışmamıştır. Torunu Zuhal Öcal, yine o günler ile ilgili görüşlerini şöyle aktarmaktadır;
“Radyo konserleri için özellikle Sâbite Tur, Ayla Büyükataman, İnci Çayırlı başta olmak üzere haftanın birkaç günü evinde provalar yapar, özellikle Sabite Tur’u çok severdi. Geleni gideni hiç eksik olmazdı. Radyo yönetimiyle çatışarak da olsa radyo konserlerini uzun yıllar sürdürdü. Sesi de güzel olduğu halde bazı kaynaklardaki yazan bilgilerin aksine hiç şarkı söylememiştir.”
Hayâtının son yıllarını, Neveser Hanım’ın yaptığı müziğe hayran olan Ahmet Sapmaz’ın Moda’daki 2 katlı evinin (şu an halen Kumluk mevkiinde duran) karşısındaki kendi evinde geçirdi. Söylenenlerin aksine Ahmet Bey’in himayesinde değil yakın komşuluk ilişkileri içerisinde yaşamışlardır. 8 Ağustos 1962’de Kadıköy’deki evinde kalp krizi geçirerek vefat etmiştir.
Cenazesi 9 Ağustos 1962’de Üsküdar Karacaahmet Aile Mezarlığı’nda toprağa verilmiştir. Vefatı ile ilgili Zuhal Hanım’ın üzüntüyle aktardığı anısı ise şöyledir: “Pratikten bir eser çıkarmaya çalışırken babaannem sinirlenerek piyanonun kapağını ellerimin üzerine kapattı ve bunun ardından ağlayarak evden ayrıldım. Bir kaç saat sonra babannemin kalp krizinden vefat ettiğini öğrendim. Bu olay beni çok üzmüş ve derinden etkilemiştir.”
Neveser Kökdeş, acı çeken ama hiçbir şeyden de taviz vermeyen bir İstanbul hanımefendisiydi.
Kaynak: musikidergisi.com
Sıcak bir Temmuz sabahı İstanbul gazetelerinin birinde küçük bir haber yer alıyordu.
Hüzünlü şarkıların bestecisi Neveser Kökdeş 62 yaşında bu dünyâdan göçmüş, yaşamı boyu onu saran acılardan kurtulmuştu.
Arkasından onu anlatan bir iki yazı çıktı, fakat hepsi o kadar… İnsanlar o günlerde başka olaylarla ilgileniyorlardı.
Talat Aydemir tutuklanıyor, Koçero’nun dağlardaki saltanatı sürüyor, ganster Necdet Elmas hakkında şehir efsaneleri anlatılıyordu.
Twist salgınına kapılan gençler, Marilyn Monreo’nun intiharıyla sarsılmışlardı. “Aşkı fısıldar sesin” şarkısının yazarının üzerine serilen kül bulutu, o günden bu yana kalkmadı. Onu hatırlayan da pek olmadı… Neveser Kökdeş, Abdülaziz’in baş mabeyncisi Hurşit bey kızıdır.
Hurşit Bey Sultan Aziz’in tahttan indirilmesinin ardından Mardin’e, ardından Adana’ya, son olarak da Drama’ya sürülür. Kendisi zarif zevk sahibi bir kişiydi. Musikiyi sever, keman, lavta, on iki telli saz ve nısfiyeyi, zamanının büyük alaturka icracıları derecesinde çalardı.
Neveser Hanımın annesi olan Dilber Hanım Hurşit beyle evlendiğinde 13 yaşındaydı. Hurşit bey ise yaşı 70 olmasına rağmen ruh ve beden yapısı olarak diriymiş. Dilber Hanımı eve geldiğinde kendisini 50 yaşındaki üvey kızı karşılamıştı. Hurşit Bey dört evlilik yapmış, eşlerinden altı çocuğu olmuştu. Sırasıyla; Agah, İhsan, Muhlis, İkbal, Neveser, Emine Şayan…
Bunların en küçüğü olan Neveser’in kardeşleri de müzik alanında başarılı olmuş kişilerdi. Hemen hepsi piyano çalma konusunda hünerliydi. Kardeşlerinden Emine Şayan alafranga müzikle ilgilenirdi.
İkbal, Viyana’da sürekli şan dersleri aldıktan sonra birinci derecede ses sanatkârı olarak yetişmişti. Bayan Agâh ise alaturka piyanoda büyük başarı sağlamıştı. Ama bu kardeşler arasında en ünlüsü şüphesiz ağabeyi ünlü operet ve şarkı bestecisi Muhlis Sabahattin Ezgi‘dir.
Üsküdar Bağlarbaşı’nda 1904 yılında doğan Neveser Kökdeş bir röportajda, çocukluk döneminde müzikle tanışmasını şöyle anlatır: “Babam Hurşit Paşa, mutasarrıf olarak Drama’da sürgünken dünyâya geldim. Babam oniki telli saz çalardı. Bu sebeple, ailece müziğe karşı düşkünlüğümüz fazladır.
Çocukluğumdan beri müziğin aşığıyım. Kendi kendime çalıp ağladığım çok vâkidir. Müzik aletlerinden gitar, tanbur ve piyano çalarım.” Hurşit bey ”Sünbülüm” dediği kızını ancak birkaç yıl sevebildi. Babasının vefatı üzerine Neveser’e 10 altın maaş bağlandı.
Her şey bir polka ile başladı
Babasının ölümünden sonra Selânik’te okuyan ağabeyi Muhlis Sabahattin’in yanına götürülen Neveser, ana okuluna burada gider. Aynı dönemde annesi ikinci evliliğini yapar. Neveser yeni ailesiyle İstanbul’da Sarıgüzel’deki evlerine taşınır. İlkokula İstanbul’da başlar. Bir yıl sonra Aksaray’a taşındıkları için okul değiştirir.
Eğitimini Mürebbiye-i Etfal adlı özel bir okulda sürdürür. Bu sırada Ahmet Bey adlı bir öğretmenden ilk piyano derslerini alır. Ardından piyano hocalığını Adonolfi adlı bir İtalyan üstlenir. Bunu Fransız bir mürebbiyenin dersleri izler. Eğitimini Notre Dame de Sion’da sürdüren Neveser’in müzikle ilişkisi burada da sürer. Bunu şöyle anlatıyor:
“Notre Dame de Sion’da tahsilim sırasında piyanom meşhurdu. Konkurlarda daima birinci olurdum. İlk eserimi on iki yaşında alafranga bir besteyle yaptım.” Bu beste bir polkadır. Ardından prelüdler, valsler, tangolar, fanteziler, marşlar, Çigan havaları ve operet müzikleri gelir. Ayrıca pazarları, kilisede ilâhi söyleyen Hıristiyan arkadaşlarına orgla eşlik etmeye başlamıştır.
Birinci Dünyâ Savaşı’nın başlaması üzerine okulu kapanan Neveser, evinde Oristi Calopotoni ile piyano ve gitar derslerini sürdürür. Aynı yıllarda ağabeyi Muhlis Sabahattin’in eşi Seniye Hanım’ın kardeşi Edirne Müstahkem Mevki Komutanı Rifat Paşa’nın oğlu Topçu Mülazımlardan Mehmet Ali Bey, Neveser’le evlenmek ister.
Evlilik hazırlıkları sürerken Neveser annesinin ani ölümüyle sarsılır. Daha bunun acısını atlatamadan, Mehmet Ali Bey’in Belçika Ostend’e tayini nedeniyle, annesinin kırkı çıkar çıkmaz evlendirilir. Hüzünlü başlayan bu evlilik ne yazık ki üzücü bir sonla bitecektir. Nev’eser’in çok kısa bir süre beraber olabildiği eşi kurtuluş savaşı cephesinde şehit düşer.
Tek çocuğu Adnan daha bir yaşını bile doldurmamıştır. Eşinin şehit olması ile ekonomik sıkıntılara girmiş,bu sıkıntı yüzünden içine kapanmış ve sinir hastası olmuş, 35 yaşlarında geçirdiği yüz felci nedeniyle yüzünün sağ tarafını kullanamaz olması da onu büsbütün üzmüştür. Bu içine kapandığı hayal dünyâsında yaşadığı dönemde bestelerini yapmıştır.
Neveser Kökdeş’in, eşinin ölümünden sonraki dönemi
“Eşimin vefatından sonra dünyâm kararmıştı. Oğlumla birlikte beş yıl boyunca evime kapandım, dışarı adım atmadım. Dünyâya küsmüştüm. Sonra karlı bir kış günü kendimi artık toparlamaya karar verdim. Bahçeye çıktım, temiz havayı derin derin içime çektim. İşte tam o sırada, hızla atılmış bir kartopu çarpmışçasına derin bir acı duydum yüzümde. Yanağım bir anda kasılıp kalıvermişti sanki…”
Yüzünün bir yanına felç gelen ve ömür boyu bunun acısını yaşayacak olan Neveser bir daha aynalara bakmayacaktır… Evdeki bütün aynaların üzeri örtülü kalacaktır. Sanatçının oğlu Adnan Kökdeş, 1950 yılında yapılan bir röportajda annesinin Notre Dame de Sion’dan sonraki müzik yaşamını şöyle özetler:
“Mektepten sonra Ankara’daki Türk Ocakları’nda konserler verip sonra da İstanbul Radyosu’na girmiş. Ve ayrıca Colombia şirketine epeyce plak doldurmuş. Sonra ver elini Anadolu… Ağabeysi çalmış, o söylemiş.” Gerçekten de 1930’lu yılların başında Muhlis Sabahattin’in bazı operet şarkılarının Neveser Kökdeş tarafından seslendirildiğini görüyoruz.
Colombia plak şirketinden çıkan bu plaklar Asetlemeap, Çaresaz ve Ayşe operetlerine aittir. Aynı yıllarda Neveser hanımın Muhlis Sabahattin’in emprezaryoluğunu yaptığı topluluklarda piyano çaldığına da Toto Karaca tanıklık eder.
İlk şarkısı bile acılı bir gününde yayınlandı
Neveser Kökdeş, ağabeyi Muhlis Sabahattin’in öne çıktığı bu dönemde eserlerini kendine saklamayı seçer. Muhlis Sabahattin’in artık iyice hasta olup unutulmaya başladığı kırklı yıllarda bazı şarkılarını İstanbul Radyosu’na gönderir. Ama aradan aylar geçmesine karşın radyodan bir ses çıkmaz.
Çünkü İstanbul Radyosu müdürü Mesut Cemil Tel, bir çok diğer müzisyen gibi, Neveser Kökdeş’in şarkılarının Türk Müziğine uygun olmadığını düşünmektedir. Mesud Cemil‘in alay etmek için “onun müziğine dense dense “Neveser musikisi” denebilir” dediği de rivayet edilir.
Neveser hanımın radyoda çalınan ilk eseri hazin bir rastlantıdır ki, ilk kez 13 Şubat 1947 tarihinde, ağabeyi Muhlis Sabahattin’in cenazesinin kaldırıldığı gün yayınlanır. Neveser Kökdeş bu olayı şöyle anlatıyor: “Ağabeyim Muhlis Sabahattin Bey’in öldüğü gündü. Dünyâm başıma bir kere daha çökmüş, perişan, bitkin mezarlıktan dönüyordum. Yol üzerindeki kahvelerden gelen bir şarkı sesi ile irkildim. Durdum, dinledim. Şu şarkı çalınıyordu radyoda:
Gülüyorsun güzelim, gül, güle gülmek yaraşır…
Bakamam gözlerine bakmaya, gözler kamaşır…
Bu benim aylar önce radyoya gönderdiğim ve artık çalınıp söylenmesinden zerrece ümidim kalmayan bir şarkıydı. O an, işte sevincim ve kederim birbirine karıştı ve ben o gün, bu gün, birbirine sarmaş dolaş olmuş üzüntümü ve sevincimi birbirinden asla ve asla ayıramadım gitti.”
Bu eser şarkı formundaki ilk bestesidir aynı zamanda.Kendisiyle yapılan bir ropörtajda: ”Eserlerimi en güzel okuyan sanatkar Sabite Tur Gülerman hanımdır. Mualla Mukadder hanımın sesi de fena değil ama, Sabite Hanımın sesi alafranga nağmelere daha çok gidiyor.”
diyerek dönemin yorumcularından Sabite Hanımı beğendiğini dile getirir. Neveser Hanım “Tango Şarkılarının Kraliçesi” olarak isimlendirilmiştir. İstanbul Radyosu’nda bir süre tanbur sanatçısı olarak da çalıştı, ama radyoda aradığı ortamı bulamamıştı.
Ağabeyi Sabahattin Bey’in operet temsillerinde piyano çaldı ve ona ait bazı operet şarkılarını taş plaklara okudu. Piyano, tanbur ve gitar çalması, güftekarlığı yanında, hem kendine özgü bir tarz yaratmış olması ve hem de çok sayıda eser vermiş olması nedeniyle Neveser Kökdeş ‘in ne kadar önemli bir üstad olduğunun kanıtıdır.
Bestelerini uzun süre saklamış ve ancak ağabeyi Muhlis Sabahattin’in ölümünden sonra ortaya çıkarmıştır. Kendisi öldükten sonra da eserlerinin yakılmasını vasiyet etmiş ve bu nedenle de pek çok bestesi yakılmış ve böylece de kaybolup gitmiştir.
Neveser Kökdeş’ in bazı kaynaklara göre 500’den, bazılarına göre ise 1000’den fazla eser bestelediği ileri sürülür. Elimizde bunların 100 kadarının notası vardır. Eserleri, tango, vals, operet ve şarkı formlarındadır. Şarkılarının çoğu semai (vals) usulündedir ve çoğu eserinin güftesini de kendisi yazmıştır.
Neveser Kökdeş, zamanının en popüler dergisi olan Radyo Alemi’ nde (26 Mart 1953) yayınlanan bir röportajında, müziği anlamayıp onu eleştirenlene karşı şöyle cevap veriyordu: “Fes-mes devri geçti, niçin musikimizde inkilabı hazmetmiyoruz. Dede’ler ve Rahmi Bey’lerin bile zaman zaman Türk musikisinde inkilap yapmak üzere harekete geçtikleri görülmüş, fakat fes’in altındaki zihniyet karşısında daha fazla cesaret edememişlerdir.
Yani herkes bilir ki Dede’nin valsleri vardır. Benim “aman” larım basit eski tarz “aman”lar değildir. Fakat geçenlerde radyoda dinledim bir hanım sanatkarımız bir köçekçemdeki “aman”ı gazel “aman”ına çevirdi. Bir “aman” çekti ki, ben de aman dedim.”
Neveser Kökdeş özelikle radyo yayınları sayesinde artık adının iyice tanındığı 1950’li yıllarda geçim ve sağlık sorunlarıyla uğraşmaktaydı. Bu durumu bir röportajda şöyle anlatır: ”Bu işten kırk para kazanmıyorum. Üstelik eserlerimi orkestrasyon yaptırmak için cebimden para bile verdiğim oluyor. Bereket kanatları altına sığınacağım fedakâr bir evladım var.
Bestekârlık bana sıhhatimi, saadetimi, her şeyimi kaybettirdi. Geçirdiğim buhranlar yüzünden yüzüm takallus etti, elektrikle tedavi olarak bugünkü halime girebildim. Sesler beni geceleri uyutmuyor. Bütün bu zahmetin ve ızdırapların mükafatı nedir biliyor musunuz? Bestelerimi tahfir etmek suretiyle harcamak. Halimi görüyorsunuz. Halbuki Türk müziğini hudutlarımızın dışına çıkarmış bir sanatkarım. Eserlerim halen Londra ve Paris operalarında çalınıyor.'”
1950’li yıllarda çeşitli radyo dergilerinde yapılan röportajlarda, duvardaki Muhlis Sabahattin portresi ve piyanosunun üzerinde bulunan Beethoven büstüne dikkat çekildiğini görürüz. Sanatçının klasik batı müziğine düşkünlüğü, o dönem için pek rastlanmayan bir özellik olarak vurgulanır.
Çeşitli röportajlarında bestelerinin arka planını anlatırken, hayal dünyâsının zenginliğini şöyle açıklar: “Teessür, ızdırap, neşe ve sevinç gibi olaylar, eserlerim üzerinde geniş bir tesir yapar.” Güftelerinde geçmişe dair etkilenmelerin olmadığını söyleyen Neveser şöyle devam eder: “Mâzi, nedense bana ısınamadı. Yahut da ben ona ısınamadım.”
B.B.C.’den Tino Rossi’ye uzanan ilişkiler
Aynı yıllarda Sermet Sami Uysal’ın yaptığı bir röportajda, sanatçının bestelerinin yurtdışında da seslendirildiği şöyle anlatılır: “(Sanatçının oğlu) Adnan bir deste mektup getirdi ve içlerinden birisini çekip bana uzattı… Mektup Fransa’daki Radio Diffusion et Télévision Françaises’in çeşitli müzik ve caz musikisi şefi Edouard Bervily tarafından gönderilmişti. Ve mealen deniyordu ki: ‘Lütfettiğiniz tangoları aldık, çok memnun olduk. İlerideki programlarımızda çalacağız. En derin hürmetlerimizin kabulünü rica ederiz…”
Adnan bir mektup daha uzattı. Bu da İngiltere’nin en tanınmış The British Broadcasting Corporation (BBC) firmasından geliyordu. “Rüya”, “Dinleyicilerimizle Başbaşa”, “Kalbimin Sesi”, “Neş’e” isimli tangolarını derin bir hayranlıkla prova ettiklerini, büyük bir orkestra tarafından çalınıp, bir kısmının da plağa alınacağı yazıldıktan sonra, hayranlık ifade eden daha bir çok satırlar ilave edilmişti.
Hele geçenlerde B.B.C.’nin eserlerini çalması, sanatkârı ziyadesiyle mütehassıs etmiş. Tino Rossi için besteleyip gönderdiği eserler için tenorun sekreteri, Tino Rossi’nin halen İtalya’da bulunduğunu, bestelerin, gösterdiği musikişinaslar tarafından çok beğenildiğini, sanatkârın dönüşünde teganni edeceğini bildirmiş.”
Sermet Sami Uysal anlatıyor
1950 yılının Mayıs ayı başında, bir ikindi üzeri, Lütfi’yle Kadıköy’e geçip sıra sıra eski, güzel evlerin bulunduğu Dumlupınar Sokağı’ndaki 11 numaranın kapısını çaldık. Neveser Hanım, bu şirin Kadıköy evinin giriş katında oturuyordu. Kapıyı oğlu Adnan açıp, bizi içeriye aldı. Uzun salon, göze son derece huzur veren yemyeşil bir iç-bahçeye açılıyordu…
Bahçeye bakan geniş pencerenin yanında asılı duran sanatçının ağabeyi Muhlis Sabahattin‘in (1889-1947) portresi, sanki kızkardeşinin piyanosuna gözünü dikmiş onun üst üste yarattığı bestelerini dinliyor gibiydi.
Özellikle operetlerinde (tam 23 operet bestelemiştir) Türk musikisi makam ve usullerini uyguladığı gibi, zaman zaman da Batı müziğinin tampere sesleriyle geleneksel Türk perdelerini başarıyla kullanan, ayrıca Türk musikisi formlarında da besteler yapan ve bugün halâ “Dün gece saz meclisine neden geç geldin“, “Bahar geldi gül açıldı”, ” Hatırla ey peri o mesut geceyi“, “Oturmuş testi elinde çeşme başında” başta olmak üzere pek çok parçasını zevkle dinlediğimiz Muhlis Sabahattin, kızkardeşinin kendi yolunu izleyen bestelerini dinledikçe, belki de bu dünyâdan erken ayrıldığı için gözü arkada kalmıyordu…
O portrenin yanında, bir zamanlar gelmiş geçmiş en büyük dublaj sanatçımız Ferdi Tayfur (sahtesiyle karıştırmayın lütfen) ile evli olan Muhlis Sabahattin’in kızı Melek’in resmi vardı. Sanki dudaklarındaki ince gülümseme, sanat bakımından rahmetli babasını aratmayacak böyle bir kız kardeşi bıraktığı içindi.
İyi giyinmiş, özenli makyaj yapmış olan, 1904 doğumlu Neveser Hanım salona girip de biraz sohbet ettikten sonra, Lütfi ile radyoda okuyacağı şarkıları meşke başladılar. Piyanosu başındaki sanatçının parmakları, rakseder gibi tuşlar üzerinde büyük bir âhenkle dolaşıyor ve yalnız ruhunu değil vücudunu da çalmakta olduğu bestesiyle bütünleştirip hâlâ çok güzel olan içli, duygulu sesiyle Lütfi’ye refakat ediyordu.
Radyoda okunacak şarkıların meşki bittikten sonra, sanatçı parmaklarını tuşlar üzerinde şöyle bir gezdirdikten sonra, ” Size birkaç tane daha eserlerimden geçeyim” dedi ve başladı hem çalıp hem okumaya. Güftesi de kendisinin olan valsini çalarken hareketleri ne kadar da asil.
Arkasından svingini bir genç kız kıvraklığı ile çalıyor ve fettan bir genç kız şuhluğuyla söylüyor. Suzinak makâmındaki zeybeğinde, vakur tavırları hemen dikkat çekiyordu: “Ödemiş bağlarında, gözlerim yollarında.”
Ardından çaldığı tangodan sonra söylediği Segah makâmındaki şarkı, üç yüz güzel bestesinden biri; “Bir emele bin ah çeksem, zevk duyarım her dem yadetsem, sevmek teselli şu boş alemde,Neş’e vardır aşkın her eleminde” sirtosundan sonra çaldığı laz havasını, kırk yıllık bir Karadenizli gibi söylüyor.
Ardından çaldığı kâşık havası ise bir başka güzellikte. Musiki hayâtı daha 12 yaşında Kadıköy’deki Notre Dame de Sion’da okurken bir polka bestelemekle başlayan Neveser Kökdeş’in musiki aşkı bir süre “alafranga” olarak sürmüş.
Prelüdler, valsler, tangolar, fanteziler, marşlar, Çigan havaları ve operet müzikleri yapmış. Ve okulda düzenlenen piyano çalış yarışmasında da birinciliği kazanmış. Ayrıca da pazarları, kilisede ilâhi söyleyen Hristiyan arkadaşlarına orgla refakat etmeye başlamış…
Ankara ve İstanbul Radyolar’ında da çalışan sanatçı, ağabeyi Muhlis Sabahattin’in operetleriyle de bütün Anadolu’yu dolaştığı gibi; ardı ardına da o birbirinden güzel, dillerden düşmeyen “Sevmek seni bir suç ise“, “Kuş olup uçsam sevgilimin diyarına“, “Gül dalında öten bülbülün olsam“, “Bahar pembe beyaz olur“, “Sevdâ seline kapıldı gönül” gibi şarkılarını yapmış.
Piyanosu eşliğinde birbiri ardınca sıraladığı şarkılarına son verince birden bana dönerek: “Sermet Bey sevgiliniz var mı?” diye sordu. Hiç beklemediğimden sorusuna biraz şaşırsam da bütün içtenliğimle hayır, dedim. Sevgilim yok. Neveser Hanım, piyanonun taburesinden kalkmadan sorularını sürdürdü:
“Ya anneniz, babanız?” Onları, daha lisede okurken birkaç ay arayla kaybettim. “Kardeşleriniz?” Ben doğmadan ölmüşler, ailemin tek çocuğuyum. Kardeşlerim olmadığından yeğenlerim de yok. Üstelik teyzem, halam olmadığından, onların çocukları da yok. Sizin anlayacağınız hayâtta yapayalnızım.
Son cümleyi niye söylediğimi, daha kendim de anlamamıştım ki Neveser Hanım, piyanosunun başından kalkıp yanıma gelerek kanepeye oturdu. Büyük bir içtenlikle ellerimi avuçları içine alarak, titremesini engelleyemediği bir sesle;
“Demek, dedi, siz de benim gibi yapayalnızsınız… Belki bu yüzden daha salona girer girmez size çok büyük bir yakınlık duydum. Belki de ruhlarımız aynı noktada birleşip kaynaştı; imtizac etti (uyuştu/kaynaştı); hatta izdivaç etti (birbirine eş oldu)”.
Ben bu sefer, onu teselli etmek için; Siz, dedim, benim kadar yalnız sayılmazsınız; bakın oğlunuz Adnan var. Bunun üzerine Neveser Hanım, nemlenmiş olan gözlerinden akan damlaları silmeden ve ellerini şefkatle avuçları içinde tutmayı sürdürerek; çok yalnız olduğunu, ağabeyinin ısrarı ile evlendiği eşi Mehmet Ali Bey’i kurtuluş Savaşı’nda kaybettiğini, oğlunun da sekiz yıl önce evlenerek başka eve taşındığını, onun için de yapayalnız kaldığını, sık sık iç çekerek anlattı. Sonra da derinden gelen bir sesle:
– Sizin hayâtınız da beni çok duygulandırdı, bundan sonra ilk bestemi sizin için yapacağım. Ne kadar neş’eli, hayâta bağlı görünüyorsunuz. Meğer bu içinizdeki yalnızlığı yenmek içinmiş, tıpkı benim gibi… Bundan sonra bu iki yaralı kalp birbiriyle kucaklaşıp yalnızlıklarını bir parça olsun unutmaya çalışacaklar! Artık sık sık görüşelim.
Gün battıktan epey sonra “Yalnız kalpler” sokağında oturan bestecinin iznini alıp sokağa çıktığımızda, Lütfi Güneri, muzip muzip gülümseyerek; “Benim bile hiç bilmediğim, dedi, bu “yalnızlığın” Neveser Hanım’ı çok duygulandırdı. Yakında bu yalnızlıktan da güzel bir beste doğacaktır. Hem üstelik bundan sonra pek de yalnız sayılmazsın!…”
Gerçekten de öyle oldu… Bir süre sonra, Neveser Kökdeş evime telefon ederek, yalnızlığımın kendisine ilham etmiş olduğu besteyi yaptığını, iki gün sonra da İstanbul Radyosu’nda Muallâ Mukadder Atakan‘ın okuyacağını bildirdi. Bir an sustuktan sonra, biraz kısık bir sesle: “Belki de bundan sonra bestelerimde hep siz olacaksınız…” dedi ve hemen telefonu kapattı.
Yaptığını söylediği besteden çok, son cümlesi beni etkilemiş, fakat ne demek istediğini tam olarak çıkaramamıştım!. Ve iki gün sonra, Muallâ Mukadder İstanbul Radyosu’nda, yalnızlığımın ilhamıyla yapılmış olan “Gönlümün baharı bir gün açacak mı acep” diye başlayan şarkıyı okumaya başlayarak beni çok duygulandırmıştı. Fakat beni daha çok duygulandıran, bundan sonra Neveser Hanım’ın bestesinde bulunacağım müjdesiydi!
Kaynak: emirertas.blogspot.com.tr