Şükrü Şenozan

Şükrü Şenozan

Türk sanat müziği bestekârlarımızdan Dr. Şükrü Şenozan; hayâtı, besteleri, sitemde bulunan şarkılarının bütün bilgileri, sözleri, notaları ve video yorumları.

Hayâtı

Dr. Şükrü Şenozan, 1874 yılında, İstanbul – Süleymaniye semtinde dünyâya geldi. Kastamonulu bir âileden gelen ,Ali Osman Efendi’nin oğludur.

İlkokuldan sonra, sırasıyla Şehzâde Rüşdiyesi, Mülkiye İdadisi’nde okudu ve yüksek öğrenimini de, İstanbul Tıp Fakültesi’nde tamamladı.

O zamanlar, bir Türk adası olan, Midilli adası ile, Muğla’da hükümet ve belediye tabipliği yaptı. Bir süre, İzmir Memleket Hastanesi’nde çalıştıktan sonra, on yedi yıl kadar, İzmir sağlık müdürlüğü’nde bulundu.

Dr. Şükrü Şenozan’ın, Beyler Sokağı’nda muayenehanesi vardı. İzmir’in, Yunanlılar tarafından işgalinden sonra, askeri doktor olarak, millî birliklere katıldı. Kurtuluş Savaşı sırasında, Sağlık Bakanlığı hıfzısıhha müdürü oldu.

Atatürk‘ün, çevresinde bulunanların arasındaydı. Beşinci devre, Kastamonu milletvekili olarak, Büyük Millet Meclisi’ne girdi. Dr. Şükrü Şenozan, Atatürk’ün sevdiği ve saydığı bir kimseydi. Çoğu zaman, Çankaya Köşkü’ne çağrılır, sohbetlere katılırdı. Sanatla ilgili, bir çok konuların çözümüne yardımcı oldu.

Samiha hanımla evlenen, Dr. Şükrü Şenozan’ın, ikisi kız, biri erkek olmak üzere, üç çocuğu olmuştur. Mûsikî çalışmalarına erken yaşlarında başlamış ve bütün öğrenim hayâtı boyunca, ilgisini kesmemiştir.

İlk müzik hocası, Zekâi Dede Efendi‘dir. Onun ölümünden sonra, oğlu Ahmed Irsoy‘dan, makam ve usûl dersleri almıştır. Defter-i Hakanî kâtiplerinden, Ali Efendi, Hanende Ali Bey, Müneccimbaşızâde Reşad Bey ve Ahırkapılı İbrâhim Efendi’den, fasıllar geçmiştir.

İzmir’de bulunduğu uzun yıllar içinde, Santı Şikâri ve Rakım Elkutlu ile tanışarak, çalışmalarını yoğunlaştırmış, Selânikli Udî Ahmed Efendi ile, neyzen ve udî Cemâl Efendi ile çalışmıştır.

Dr. Şükrü Şenozan, biraz ney çalmasını bilir ve İzmir Mevlevîhânesi’ne devam ederdi. Hüseyin Sadeddin Arel ile Dr. Suphi Ezgi‘den yararlanmıştır. Bestekârlığa, 1894 yılında, daha tıp fakültesinde okurken, ilk eseri olan, “Gözüm hicrinle kan ağlar” güfteli şarkısını besteleyerek başlamıştır. Mûsikî repertuarımızda, üç marş ile, on sekiz şarkısı bulunmaktadır.

Emekli olduktan sonra, İstanbul’a yerleşen Şenozan, 4 Temmuz 1954 tarihinde öldü ve Edirnekapısı Mezarlığı’na defnedildi.

Dr. Şükrü Şenozan’ın Mûsikî Konuşması

Zaman zaman, Atatürk‘ün sofrasında bulunuyordum. Kendileri, mûsikîden bahsetmekten hoşlanırlardı. Yalova’dan dönmüştük. Ata; kırıklıktan, nezleden şikayet ediyor ve neşeli görünmüyordu. Ben, sofranın öbür ucunda oturuyordum. Kendileri, Nuri Conker ve diğer arkadaşları ile konuşuyordu. Bir ara:

Doktor, biraz da mûsikîden konuşalım, dediler.

Müsaade buyurursanız, önce mûsikînin, târifinden başlayalım dedim.

Nasıl istersen, buyurdular.

Mûsikînin târifinden sonra, garp ve şark mûsikîleri arasındaki; perde, aralık, melodi, armoni, polifoni farklarından bahsettim. Daha önce konuşacağım şeyleri not etmiştim. Her iki mûsikînin, yüzlerce seneden beri, başlıca alışkanlık tesiriyle sevildiğini söyledim.

Garp müziğinin; nazârî, amelî tekâmüle mazhar olduğunu, polifoninin vaziyeti sebebiyle, armoni orkestrasyon, enstrümantasyon şekilleriyle, âlemşümûl (milletler arası) muvaffakiyetler gösterdiğini söyledim.

Bizim mûsikîmizin, sahneye çıkabilmesi için, armoniye muhtaç olduğu bir hakikat ise de, bundaki muvaffakiyetin, evvelâ, müzik nazariyatımızın armoniye hazırlanabilmesi için, Dil Kurumu gibi bir müzik akademisinin teşkiline, kat’i ihtiyaç bulunduğunu bildirdim.

Mûsikîmize, armoni koymak, onun âbideliğini ve temellerini sarsmadan, bozmadan çalışabilmek için, böyle bir müessese lâzımdır, diye devam ettim. Melodi şeklinde kemâle ermiş olan mûsikîmize, armoniden evvel, yapılması gereken şeyler vardır, mûsikîmizi, simâî (kulak zevkinin üstünlüğü) şeklinden kurtararak, melodik hâle getirilmesinin, bu sâyede mümkün olacağını ilâve ettim.

Eskiden beri nazariyatımızda kullanılan ırha (gevşek tutmak), bakiye (artık sesler), küçük mücennep (küçük yanâşık sesler) gibi tâbirleri Türkçeleştirmeliyiz.

Çoktan beri, nazariyatçılar arasında münâkaşalara yol açan, ameliyata da uygun olmayan; dizi, dörtlü, beşli kaidelerinde getirilen aykırılıkları, makamların, basit ve mürekkep olmalarındaki tasnif yanlışlıkları gibi, yüzlerce ihtiyacı, ancak bir müzik kurumu, temize çıkarabilir.

Mûsikî erbabından bâzı üstadlar, bu ve başka hususlarda, güzel tedbirler alıyorlarsa da, bunlar, münferit kalıyor. Sekizlik 24 yerine, daha çok aralıklara taksimi, çoktan beri müzik erbâbını işgal etmiş, nazariyatımızda yer almış, mühim bir mesele ise de, bunun tatbikini de, bu müzik kurumu ele alabilir. Bu usul kabul edilirse, bir çok makamların armoni kabiliyeti, tezâhür edecektir.

Her makâmın armonisi, kendi melodisinden çıkacağından ve armoni için, icâbında bazı perdeler fek olunacağından (kaldırılacağından), küçük taksimat ile bu fedâkârlığı, kolay ve daha az yapmak mümkün olur gibi görülmektedir.

Bu sayede, armoni için, Türk melodisinin bünyesi zedelenmiş olmayacağından, mûsikîmiz de, armoni beste şekillerimizin bazılarına âit olabilir.

Makam ve melodilerimizin, bu cihetten, ayrıca incelenmesi ve iptidâi hazırlık yapılması, yine bir müzik kurumu işidir. Melodik mûsikîmiz, yüzlerce rengi, nevî olan bir ipek çilesi veyahut, bir ince oya gibidir. Bunları ayırarak, tezgahlarda dokumak ve armoni metodlarına uydurmak, ince bir işdir.

Mûsikîmizin, edebî zevkimize uygun şekilde, sahneye opera olarak çıkabilmesi, bu suretle mümkündür. Bu vaziyette, her şeyi, mûsikîşinâsın omuzlarına yüklemek de doğru olmaz.

Kurulacak müzik kurumunda; edip, şâir, sanatkâr ve muharrirlerin de bulunması gerekir. En önce, bu elemanlar arasında, âhenk vücut bulması gerekir. Bu da tarafsız, otoriter bir başla yola girer. Bu gün, melodimize, garp tekniği ile konulan, armoni ve sesler, alışmamış kimselere, dikenli gelir.

Kendi melodimizden çıkmış, armoniye göre düzenlenen orkestrasyon, yine müzik kurumunun ibdası (güzel bir şey ortaya koyması) olacaktır. Kendi seslerine doymuş olan cihan müziği, bu vaziyette, hayretlere düşecektir. Bu kadar, efendim.”

Atatürk, “Ben kendime bir müzik hocası bulmalıyım.” diyerek kalktı. Saat 10:30’du, bize selâm vererek, ayrıldı. Biz de kalktık. Koridora girdiğimiz zaman, Nuri Conker, beni yakaladı: “Doktor, sen bunları biliyordun da, şimdiye kadar bize niye anlatmadın?” dedi. Sırası gelmemişti efendim, dedim.

O gece, hiçbir kelime söylemeyen Atatürk, üç ay sonra, Ankara’da bir gece, şu sözlerle, beni mahçup etti: “Doktor, bize bir müzik konferansı yapmıştı, doktora bilhassa teşekkür ederim, çok istifâde ettim.”

Yorum Bırakın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Scroll to Top