Cüneyd Orhon

Cüneyt Orhon’la 1976 yılında tanıştım. Aslına bakarsanız bu bir tanışma değildi. Lise sonrası yüksek öğrenimimi konservatuarda sürdürmeye karar vermiştim. Giriş sınavındaki jüri üyelerinden biriydi.

Yani bu bir tanışma değil, bir “tanıma” idi. Belki de hayâtımda en çok iz bırakan ve sonraki hayâtımı en çok etkileyen bir “tanıma”. Yaklâşık 30 yıl değişen koşul ve sürelerle beraber çalışmanın başlangıcı olan bir “tanıma”.

Bu yazıyı sadece ona duyduğum derin sevgi ve saygının ve bence çok hak ettiği “övgünün” gereği olarak yazmadım.

Belki de daha önemlisi kültürümüzün çok köklü ve önemli bir parçası olan Türk müziğinin bu günlerde hızla dibe vuruşunun bana yüklediği bir sorumluluk gereği olarak yazdım.

Cüneyd Orhon hayâtının hiçbir döneminde “popüler” olmadı. Hele günümüzdeki “sanatçılıkla” magazinde yer bulmayı özdeşleştiren bir konumu hiç olmadı.

Ama o Türk müziğine bir müzik adamı olarak fikirleri ve ufkuyla, bir icracı olarak eserleriyle ve yetiştirdiği, sayısız öğrenci ile çok büyük katkıları olmuş gerçek bir sanatçıdır.

Onun içindir ki, özellikle genç kuşaklara bir “Cüneyd Orhon” kişiliğini ve katkılarının ulaştırılması gerekiyordu. Hem de gerçek bir “beyefendi” inceliğiyle bütün hayâtını sürdürmüş bir büyük insan olarak.

Cüneyd Orhon, İstanbul’un Çamlıca semtinde 25 Temmuz 1926 tarihinde dünyâya geldi. Babası İbrâhim Hilmi Bey bir polistir ve emniyet amiri rütbesiyle emekli olmuştur.

Annesi Mihriban Hanım ise, Üsküdar Fransız Sörler okulunu bitirmiş, ud çalan amatör bir müzisyendir.

Cüneyd Orhon babasının mesleği dolayısıyla ilk ve orta eğitimini Anadolu’nun çeşitli yerlerinde tamamladı. Ancak on beş, on altı yaşlarında İzmir Bayraklı’da geçirdiği altı yedi yıl onun için çok önemlidir.

O zamanlar köy olan bu yörede bir İtalyan kilisesi vardı. Muhtemelen bu kilise dolayısıyla, oturanların çoğunluğu İtalyan ve Rumdu. Köy gençleri akşamları mandolin ve gitarlarını alıp hoşça vakit geçiriyorlardı.

Kendisi de bir mandolin edinmiş ve yaşamı boyunca hayâtının temel uğraşı ve amacı olacak müzisyenliği böylece başlamıştır. Daha sonra İstanbul’a geldiler ve yüksek öğrenim hayâtı başladı.

1949 yılında bu gün mimar Sinan Üniversitesi olan İstanbul Güzel Sanatlar Akademisini bitirmiştir. Bölümü İç Mimaridir.

Cüneyd Orhon, herhalde başta annesi olmak üzere çevresindeki birçok kişiden Türk müziğini sevme açısından etkilenmiştir. Ancak ilginçtir ki 20 yaşına kadar Türk müziğini sevmediğini düşünüyordu.

Daha çok batı müziği dinliyor ve ondan etkileniyordu. Ancak hemen hepimizin doğumumuzdan itibaren sürekli Türk müziği tınıları içinde yetişmemiz gibi, farkında olmadan bu müzik onu sarıp sarmalıyordu.

Cüneyd Orhon kimdir

1946 yılında Üsküdar Musiki Cemiyeti‘ne başlaması, yukarıda belirttiğimiz etkilenmenin bir sonucu olmalıdır.

Her ne kadar cemiyete ilk gidişi arkadaşlarıyla vakit geçirmek ve çevresini genişletmek amacını güdüyorsa da, kısa zamanda cemiyetin müdavimi oluşu bu düşüncemizi doğruluyor.

Nitekim bir gün cemiyette ilk kez kemençeyi ve sesini tanıdı. Duyduğu ses, kendi deyişiyle “o kadar yakıcı bir tesirle” kendine çekmişti ki; hem kemençe hayranlığı, hem de “derhal öğrenme hevesi” bundan sonraki hayâtının hem temel çizgisi, hem de başlıca amacı olacaktır.

Cemiyette Emin Ongan‘ı tanıdı. Emin Ongan, onun Türk müziği kariyerindeki ilk hocasıdır. Dört yıl boyunca Ongan’dan Türk müziği dersleri aldı.

Kemençeye olan heves ve hayranlığı, onu bu sazı mutlaka öğrenmesi için zorluyordu. O yıllarda İstanbul musiki piyasasının en tanınan kemençecisi Aleko Bacanos‘tu. Ona gitti, ders taleb etti.

Ancak Bacanos, işlerinin yoğunluğu dolayısıyla, bu talebi kabul edemedi ama, ona ilk kemençesini hediye etti.

Bunun üzerine hocası Ongan’ın teşvikiyle Kemal Niyazi Seyhun‘la tanıştı. Dinlediği ikinci kemençe onun kemençesiydi. Burada bu tanışmanın anekdotunu kendi ağzından anlatmak isterim.

“Musikiyi bilenler en iyi kemençe hocası olarak Kemal Niyazi Seyhun’u tavsiye ediyorlardı. Aradım, Kadıköy Altıyol’da saz yapımcısı Murat ustanın dükkânında kendisini buldum.

İsteğimi belirttim, vakti olmadığını söyledi, ısrar ettim, yaşımı sordu, 20 olduğunu söyledim; “Geçmiş efendim, bu yaştan sonra olmaz!” dedi.

Çok çalışacağım dedim, bu sefer sol elime baktı; “Bu parmaklarla kemençe çalınmaz!” dedi. Bu dedim ve dedilerden sonra, inatçılığımı görünce, bin naz ile kabul etti. İşte Seyhun’dan 1946 – 1948 yılları arasında aldığı kemençe dersleri bu olaylı tanışma ile başlamıştır.

Bu yıllarda cemiyete kendisiyle beraber devam eden Ekrem Erdoğru’yu tanıdı. Kendisiyle sohbetlerimizde “Çalışı ne kadar güzel, ne kadar tatlıydı.” diyerek Erdoğru’yu övmüştür.

O yıllarda ne T.R.T. ne de İstanbul Radyosu vardı. Yayındaki tek radyo, Ankara radyosuydu. İşte bu radyoda Rûşen Ferit Kam‘ın kemençesini dinliyor, üslubunun ne kadar kendi müzik dünyâsına yakın olduğunu düşünüyordu.

Kam’ın gazetelerden radyo programının saatlerini öğreniyor, sazını akort edip o radyoda çalarken kendisi de İstanbulda’ki evinde Ruşen Bey ve saz arkadaşlarının yaptıkları canlı yayına kendince eşlik ediyordu.

Üniversitede okurken Ercüment Berker‘in şefliğini yaptığı üniversite korosuna katıldı. Daha sonraları şefliği Prof. Dr. Nevzat Atlığ devralmıştı ki, bu iki insanla beraberliği ve dostluğu hayâtının sonuna kadar sürmüştür.

Bu yıllarda yine hocası Emin Ongan’ın aracılığıyla henüz kemençeyle tanışalı daha iki sene gibi kısa bir süre olmuşken, Türk Müziğinin en büyük sanatkârlarından biri olan, Münir Nureddin Selçuk ile tanıştı ve onun konser heyetine katıldı.

Cüneyd Orhon’un Türk müziği tarihindeki yeri ve önemi açısından bunun altını özellikle çizmek isterim, çünkü daha henüz 22 – 23 yaşlarında bir gençtir.

Ancak Kemençe çalışmaları büyük bir heves ve hızla devam ederken, Türk müziği nazariyatını öğrenmeden gelişme ve derinleşmesinin mümkün olamayacağını her geçen gün biraz daha net görüyordu.

İşte Hüseyin Sadeddin Arel ile tanışması, bu idealini gerçekleştirmesi açısından şanslı bir olaydır.

1948 yılında tanıştığı Arel, ona ilk kez kemençe beşlemesi hakkında kendi deyişiyle “fikir düzeyinde” birçok şey düşündürtmüştü.

Yine kendi deyişiyle, “Fikir düzeyinde diyorum çünkü o zamanlar doğru dürüst bir dört telli kemençe bile yoktu”. Bu konudaki düşüncelerini kendi ağzından aktarmaya devam ediyoruz:

“Uzun yıllar bu konuyla meşgul olmadım. 1972 yılında değerli lüthier Cafer Açın’la tanıştığımda bana, 3 telli kemençedeki asimetrinin icrayı zorlaştırdığını, bu bakımdan bir pozisyon yukarıda olan orta telin de öbür iki telin boyunda olması gerektiğini söyledi.

Bu görüşü denedik, tel boylarının eşitlenmesinin yararlarını gördük. Ama bu düşüncemizi o zaman gerçekleştiremedik.

1975 yılında Türk Musikisi Devlet Konservatuarı açıldığında, başka görevlerin yanında kemençe hocalığını da yüklendim.

Herhalde öğretim görevinin getirdiği sorumlulukla olacak, Arel’in tel boyları eşitlenmiş 4 telli kemençesini bir kere daha ele almak istedim. Araştırınca, bize büyük imkânlar sağladığını gördüm. Neydi o imkânlar?

Tel boyları eşitlendi. Eşitlenince pozisyonlar simetrik oldu. Oysa 3 tellide asimetri vardır. Bunun dışında, bir tel ekleyince, kemençe 1,5 oktav daha genişlik kazandı, ses sahası 3,5 oktav oldu.

Sazların hepsinde (kanunda, udda, tanburda) bu yüzyıl içinde bir tekâmül oldu. Bunların hepsi makbul sayıldı ama, 4 telli kemençeye gelince nedense itirazlar geldi.

Biz 25 yıldır bu yeni kemençe ile eğitim veriyoruz. Bu gün radyolarda, devlet korolarında yeni kemençeyi çalan sazendeler değerli hizmetler görüyorlar. Yani 4 telli kemençe başarılı oldu.

Bir de klavye taktık saza, kemanda, viyolonselde olduğu gibi. Paraşko’nun yüzük takma hikâyesi yani…

Şimdi biz kemençede hangi pozisyona inersek inelim, tel hep aynı yüksekliktedir dolayısıyla, elde ettiğimiz sesler daha sağlıklıdır.

Bir kemençe düşünün ki hem pozisyonları simetrik hale gelsin, hem de ses sahası 1,5 oktav genişlesin… Doğrusu, bir kazanç sayılmalıdır bu. Sazın tınısı değişti mi diye sorabilirsiniz.

Elimizdeki 3 telli ve 4 telli kemençe kayıtlarını işin ehline dinlettiğiniz zaman herhangi bir fark göremiyor arada.

Baron yapımı bir kemençeyi, ses sahasını meydana getiren unsurları hiç değiştirmeden, yani ses haznesine hiç dokunmadan sadece sap tarafını değiştirerek 4 telli hale getirdik.

Bu saz farklı bir ses çıkarı mı? Çıkarır. Akort sol – re – la – mi yahut do – sol – re – la olduğu için armonikleri artar, ses sahası genişler, yani kazancı vardır sazın, kaybı değil. Sonuçta olan nedir? Bu güne kadar baş saz keman olmuştur Türkiye’de.

Artık Türk musikisinin kendi yaylı sazı vardır, tınısı daha uygundur şimdi. Kemençe şimdi baş saz rolünü yüklenebilecek kabiliyete kavuştuğu gibi, Tanburi Cemil‘in Şedaraban saz semaisini, Refik Tal’at Bey’in mahur saz semaisini çalabilecek hale de gelmiştir.”

Cüneyd Orhon’un kemençenin gelişimi yönünde yaptığı bu önemli ve derin analizi, özellikle Türk müziği profesyonellerinin ve bu müzikle ilgilenen herkesin takdirlerine sunuyorum.

Bence çok önemlidir, çok büyük katkıdır. Bu gün büyük hocanın bu görüşleri tam olarak ne anlaşılmış, ne de uygulamaya geçmiş değildir. Ama eğer Türk müziği yaşayacak ve daha önemlisi gelişecek ise, kemençenin bu evrimi geçirmesi gerekir.

Cüneyd Orhon büyük ileri görüşlülüğü ile bunu çok öncede tesbit etmiş ve görüşlerini müzik kamuoyuyla paylaşmıştır.

Ama o her “ileri görüşlü” olan insanın kaderini paylaşmış, yaşamında gereği kadar anlaşılamamış ve düşüncelerinin tam manasıyla hayâta geçişini görememiştir.

Hocamızın müzik hayâtına devam edelim. 1948 yılında İstanbul Belediyesi Türk musikisi icra heyetine alındı.

Ancak oraya alınmasına vesile olan Hüseyin Sadeddin Arel‘le Ercüment Berker‘in konservatuardan ayrılmaya mecbur bırakılmalarına bir tepki ve vefa duygusunun gereği olarak, burada devam etmeyi istemedi.

1949 yılının 3 Kasım’ında, solist Necmi Rızâ Ahıskan ile ilk kez radyo yayınına katıldı. Kısa bir süre sonra da, yedek subaylık hizmeti için orduya katıldı. Askerliğini Bingöl’de yapmıştır.

İstanbul’a döndüğünde Ankara radyosunun müzik yayınları şefi Cevdet Kozanoğlu’ndan bir davet aldı. Kozanoğlu onun Ankara’da çalışmasını istiyordu.

1 Ağustos 1951 de Ankara radyosundaki görevine başladı. 2 yıl sonra 1953 yılında o zamanki radyolar dairesi müdürü, Refik Ahmet Sevengil‘in güçlü takdir ve istekleri üzerine, yeni kurulan İzmir radyosu müzik yayınları şefliğine atandı. Cüneyd Orhon, 1982 yılında emekli oluncaya kadar T.R.T. de çalıştı.

Bu kurumda müzik yayınları şefliği, Türk sanat ve halk musikisi şube müdürlüğü, müzik dairesi başkanlığı, yönetim kurulu üyeliği, genel müdür özel müşavirliği, araştırma ve inceleme kurul üyeliği gibi hizmetlerle birlikte, repertuar ve sınav kurullarında üyelik, stajyer sanatçılara öğretmenlik görevlerinde bulundu.

Bunun dışında kısa bir süre, Bağdat güzel sanatlar akademisinde hoca olarak çalıştı. (1960). 1963 yılında İstanbul Belediyesi Konservatuarı icra Heyetine ikinci kez katıldı ve üç yıl bu görevini sürdürdü.

Kısa sürelerle gazinolarda kemençe çaldı ve Colombia plâk şirketine danışmanlık yaptı.

Birçok kez Konya ve İstanbul’da düzenlenen Mevlana’yı anma programlarına katıldı. Mevlevi müziği ve Sema’yı tanıtmak amacıyla gurup olarak A.B.D.’nin bazı eyaletlerine, Kanada, Almanya, Hollanda, Fransa, İtalya ve İspanya’ya gitti.

Davet üzerine gittiği Kaliforniya üniversitesinde Kemençeyle ilgili uygulamalı konferanslar verdi. Seattle’da Washington üniversitesince düzenlenen Türk musikisi enstrümanlarının tanıtım programına katıldı.

1975 yılında kurulan Türk Musikisi Devlet Konservatuarının kurucu üyesidir. Ölümüne yakın bir süreye kadar konservatuardaki hocalık ve danışmanlık görevlerini yürüttü.

Konservatuardaki çalışmaları boyunca, özellikle 4 telli kemençe derslerini ve uygulamasını sürdürdü. Konservatuar yönetim kuruluna, 4 telli kemençe derslerinin müfredata eklenmesini kabul ettirmesi, ciddi bir başarıdır.

Böylece Hüseyin Sadeddin Arel’in hayali gerçekleşmiş oluyordu. Bunun Türk müziği için önemli bir kazanım olduğunu belirtmeliyiz.

Bu noktada okul içinde diğer hocaların pasif bir direnciyle karşılaştığını vurgulamak isterim. Cüneyd Orhon’un nota yayıncılığı alanında da çalışmaları vardır. İlk nota yayını, 1956 yılında basılan Hicaz Faslı’dır.

1970 yılında ise Milli Eğitim bakanlığına bağlı bir kurulla, 6 fasiküllük “Türk Musikisi Klâsikleri”ni yayınladı. Yine Milli Eğitim Bakanlığı yayınları için hazırladığı “Suznak” faslı 1974 yılında basıldı.

Cüneyd Orhon çok uzun zaman 4 telli kemençe metodu üzerinde çalıştı. Ancak “mükemmeliyetçiliği” bu metodu defalarca yeniden yeniden yazması sonucunu doğuruyordu. Onun içidir ki ölümünden kısa bir süre önce tamamlayabilmiş ve maalesef basılamamıştır.

Umarım Türk müzik dünyâsının içinden birileri (bunu ben yapabilsem ne kadar mutlu olurdum) bu önemli eğitim kitabını – ki repertuar içeriği olarak da son derece değerlidir – bastırarak Türk müziği eğitimine kazandırır.

Bir başka bitiremediği eser ise, 2 ciltlik “Türk Müziği Repertuar” kitabıdır. Cüneyd Bey hayâtı boyunca binlerce notayı kendi eliyle yazmıştır.

Son derece estetik ve güzel bir nota yazısı vardı. Bir notayı yazar daha sonra biraz daha estetik bir şekil aklına gelirse, hiç üşenmeden yeniden yazardı.

O kadar ki portelerini bile istediği şekil ve aralıkta kendi çizerdi. Nota yazımında Türk Müziği repertuarına son derece sadıktı.

Ezberinde binlerce eser olmasına rağmen, her nota için “edisyon kritik” yapar, yani bir notanın güvenilir tüm kaynaklarını bulur, bunları tek tek inceler, belli bir yöntemle en ufak ayrıntıyı atlamadan aslına en uygun şekliyle yazardı. Bir ara yüksek lisans sınıflarına bu dersi de verdi.

Onu masasının başında yazmadan gördüğüm çok az zaman vardır. Yukarıda bahsedilen iki ciltlik repertuar kitabını ve bunun dışında yazdığı notaları tekrar kontrol etmeden bastırmak istemedi ama buna maalesef ömrü yetmedi ve bu şekliyle ortaya çıkamamasını vasiyet etti.

Onun bu “mükemmeliyetçiliği”, çok önemli bir eserin daha Türk Müzik dünyâsına ulaşmasını engellemiştir. Bu yazıda Cüneyd Orhon’un “yenilikçi” ve “ilerici” anlayışına ait birçok kez vurgularda bulunduk.

Tabii ki hem onun magazinden uzak ve ünlü olamaya eğilimi olmayan mütevazı kişilik yapısı, hem de Türk sanat müziğinin toplum içindeki talebinin gün geçtikçe azalması, onun birçok yenilikçi görüşünün çok fazla bilinmemesine yol açmıştır.

Ancak bir olgu vardır ki, 1970’li yıllarda bütün topluma mal olmuştur: Cüneyd Orhon büyük bir cesaretle kemençeyi gitarla beraber bir hafif Türk müziği (isterseniz şimdilerdeki söylemle Türk pop müziği diyelim) parçasında ilk kez kullanmıştır.

Büyük bir cesaretle, çünkü o zamanlar Türk müziği dünyâsında Türk müziği – batı müziği kutuplaşması zirvedeydi.

Bir Türk müziği çalgısının batı müziği enstrümanlarıyla ve batı müziği formatıyla kullanılması kabul edilir gibi değildi. Bu şarkı hemen hepinizin hatırlayacağı Barış Manço‘nun ünlü “Dağlar dağları”dır.

Hala çalındığında büyük beğeni alan bu eserin oluşumu hikâyesini isterseniz Cüneyd Orhon’un ağabeyi Maarifi Orhon’un ağzından dinleyelim:

“Barış Manço’yu İstanbul Radyosunda çalışan annesi vasıtasıyla tanımıştım. Ben o zamanlar İstanbul Radyosunda reklâm programları yapıyordum. Barış o sıralarda Belçika’da müzik yapıyordu.

Görüşmelerimizde zaman zaman onun müziğini Türkiye’de tanıtmak için sohbetler yapıyorduk. Bu arada Barış Manço yavaş yavaş Türk Müzik dünyâsında tanınmaya başlamıştı. Bir akşam bize yemeğe geldi. Cüneyd de oradaydı.

Eski bir halk türküsünü yeni bir yorumla seslendirmek istediğini söyledi. Barış nota bilmezdi. Cüneyd’e “söylesem bu türküyü notaya alır mıydınız?” diye ricada bulundu.

O türküyü mırıldanırken Cüneyd kemençeyle Barış da gitarla çalmaya başladılar. Hemen oracıkta Cüneyd türkünün notalarını yazdı. İşte bu ünlü şarkının doğduğu akşamın hikâyesi budur.”

Daha sonra Cüneyd Orhon Barış Manço’ya bu plakta eşlik etti ve belki de Türk müzik dinleyicileri ilk kez kemençeyle bu kadar yakından tanışmış oldular.

Yaklâşık 200 yıldır. Türk sanat müziği guruplarında esas çalgılarından biri olan kemençe toplumda çok fazla bilinmiyordu.

Bu büyülü sesli çalgıyı Cüneyd Orhon, Türk müziğinin tutucu kesiminden aldığı bütün tepkilere rağmen, büyük ileri görüşlülüğü ve cesareti ile kitlelere ulaştırmış oldu.

Şu işe bakın ki hemen kimse “Dağlar dağlar”ı bu kadar ünlü yapan ve sevdiren nağmeleri Cüneyd Orhon’un notaya aldığını ve çaldığını bilmez.

O şimdilerde “sanatçı” diye geçinen birçok magazin kuklasının aksine, isminden söz ettirmeyi hiç düşünmedi ve yaptığı işin hazzıyla yetinmeyi tercih etti.

Ben 30 seneye yakın Cüneyd Orhon’un öğrencisi ve çalışma arkadaşlarından biri olma onuruna erdim. Bu uzun sayılacak sürede onu yakından tanıma fırsatım oldu.

Şimdi biraz da onun kişisel özelliklerinden ve onu çok özgün bir insan yapan niteliklerinden söz etmek istiyorum. Cüneyd Orhon için ilk söylenecek söz çok zarif bir insan olduğudur.

Eşi dâhil kimse onu bir gün bile tıraşsız görmemiştir. Zaman zaman çalıştığımız konularda ayrı düşünür ve şiddetli tartışmalar yapardık.

Çalışmamız bittiğinde eğer beni bir yere bırakması gerekiyorsa, ne kadar kırgın olursa olsun, arabaya binerken mutlaka önce benim kapımı açardı.

Müthiş bir çalışma disiplini vardı. Radyoda yöneticilik yaparken bir sazın yapacağı taksimi bile 15 gün önceden ilgiliye bildirirdi. Çalışırken yorulmak bilmezdi.

Ondan çok genç olan bizler tükendiğimizi hissederken, o devam etmek isterdi. Çok iyi bir müzisyendi. Yüksek bir müzikalitesi vardı.

T.R.T. radyolarında çalışırken bu özelliğini radyo programlarına yansıtmış ve uzun yıllar radyolardaki yayın kalitesinin yüksek düzeyli olmasını sağlamıştır.

Çok sert ve ciddi bir karakteri vardı. Her zaman belli bir seviyeyi korumuştur. Onu hiçbir zaman sulu bir şaka yaparken görmedim. Çok güzel konuşurdu tane tane, rahat ve ağır bir konuşma üslubu vardı.

Hem yazarken hem de konuşurken kurduğu uzun cümlelerde hiçbir anlam ya da cümle düşüklüğü olmaz, anlatmak istediğini çok düzgün ifade ederdi.

Çok iyi bir hocaydı, belli bir yetenek düzeyindeki tüm öğrencilerine mutlaka bir şeyler katar, onlarda iz bırakırdı. O sert ve katı görünüşünün altında aşırı bir duygusallık taşırdı.

Ancak çok da inatçıydı. Mesela hiç doktor sevmezdi. Yakınlarının bütün ısrarlarına rağmen çok zor durumlarda bile doktora gitmeyi red ederdi.

Özellikle eşi Özdal Orhon’un çok genç yaşta ölümünden sonra, daha da bir içine kapandı ve hayâta küstü. Çok az insanla görüşüyordu. Yaşama arzusunu kaybetmiş gibiydi. En verimli çağında kemençe çalmayı bıraktı.

Ölümünden kısa bir süre önce ciddi bir hastalığı başladı. İnatçılığı ve doktor sevmezliği gereken müdahaleleri geciktirdi.

Yukarıda belirtmeye çalıştığım gibi belki de çok fazla yaşamak istemiyordu. Bütün bunlar sonucu, hepimize verebileceği daha çok şey varken aramızdan ayrıldı.

Cüneyd Orhon tam bir beyefendi ve büyük bir sanatçıydı. Onu her zaman özleyecek ve arayacağım.

Sevgili hocamın bana ve Türk müziğine yaptığı çok önemli katkılarından dolayı onun manevi huzurunda eğiliyor, en derin sevgi ve saygılarımı sunuyorum. Prof. Nermin Kaygusuz – Ocak 2008
Kaynak: musikidergisi.net

Bir yanıt yazın