
Türk sanat müziği bestekârlarımızdan Tanbûrî Cemil Bey; hayâtı, besteleri, sitemde bulunan saz eserlerinin ve şarkılarının bütün bilgileri, sözleri, notaları ve video yorumları.
İçindekiler
Hayâtı
Tanbûrî Cemil Bey, 1873 yılında, İstanbul’un, Mollagüranî semtinde dünyâya geldi.
Dedesi Mustafa Reşid Efendi, Silistre valisi Mehmed Paşa tarafından evlad edinilmiş, özenle yetiştirilmiş, sadrazam Hüsrev Paşa’nın kedhüdalığını (sadaret müsteşarlığını) yapmış ve daha sonra ölen Mehmed Paşa’nın eşi ile evlenmişti. Bu evlilikten Tevfik ve Refik adında iki oğlu ile iki kızı olmuştur.
Adile Sultan, sarayında yetişen ve bir saraylı olan Zihniyar Hanım’la evlenen Tevfik Bey’in, bu evlilikten dört çocuğu dünyâya geldi. Adile Sultan, bu saraylısına, Taşkasap’ta bir ev hediye etmiş, çeyiz ve cariyeler vermişti.
Cemil Bey, bu dört çocuğun, en küçüğüdür. Yaş sırasına göre diğer çocukların isimleri; Reşad, Beyhan ve Ahmed’dir.
Cemil Bey, babası Tevfik Bey öldüğü zaman üç yaşında idi. Bundan sonra, amcası Refik Bey’in himayesinde, özenli bir gözetim altında, on iki yaşında ilkokulu bitirdi.
Çalışkan, terbiyeli, sessiz bir çocuk olmasına rağmen, mıusikîye düşkünlük gibi, o zamana göre, tehlikeli sayılan bir merakı vardı.
Bu nedenle, yalnız Cuma geceleri annesinin yanında kalmak şartı ile Refik Bey’in konağına alındı. Daha o yaşlarda, küçük bir Tanbûrî olarak çevresine ününü yavaş yavaş yaymaya başlamıştı.
Refik Bey’in evi, Tanzimat döneminin getirdiği yeniliklerle doluydu. Amcasının çocukları, okuldaki derslerinden başka özel hocalardan Fransızca dersleri alıyor, bir Fransız mürebbi tarafından yetiştiriliyordu.
Bu eğitim şekli, Cemil’in üzerine de olumlu etki yapıyor, bir yandan rüştiyeye devam ederken, bir yandan da genel kültürünü ilerletiyordu.
Bu huzurlu hayât, Refik Bey’in ansızın ölümü ile alt-üst olmuş, Horhor’daki konak terkedilerek Bakırköy kaymakâmı olan amcazadesi Mahmud Bey’in evine taşınılmıştı. Bu arada, parasal sıkıntılar da başladı. Mahmud Bey; disiplinli, geleneklere bağlı, biraz katı tabiatlı, düzenli yaşamayı seven bir adamdı.
Genç Cemil’in ünü, gittikçe genişliyor, hatırlı kimseler tarafından müzik toplantılarına çağrılıyordu. Mahmud Bey yeğenini bu dâvetlerin çoğuna göndermiyor, pek azına da onunla birlikte gidiyordu. Öğrenimini ihmâl etmemesi için, dersleri ile ilgileniyor, akşamları sık sık derslerini denetliyordu.
Mahmud Bey’in, bir manastır yapımına izin vermediği için, belediye başkanı ile arası açılmış, Bakırköy’den Kartal kaymakamlığına tâyin edilmişti. Böylece Cemil Bey, iki yıl daha Kartal’da yaşayarak on yedi yaşına kadar Mahmud Bey’in himayesinde kaldı.
Onun Humus kaymakamlığına atanması sonucu, annesi Zihniyar Hanım’ın Taşkasap’taki evine döndü. İçkiye bu yıllarda başlamışsa da, buna engel olunabilecek bir yol bulunamadı.
Orta öğrenimini tamamladıktan sonra, Siyasal Bilgiler Fakültesi’ne (Mülkiye’ye) kaydoldu. İki yıl devam etmesine rağmen yarıda bıraktı. Burada Mustafa Nezih Albayrak ve Tanbûrî Ali Efendi‘nin oğlu, Aziz Mahmud Bey’le sınıf arkadaşıydı.
Hariciye Nezâreti’nde, “Hariciye Umûr-i Şehbenderiye Kalemi”nde memuriyet hayâtına atıldı. Uzun yıllar burada çalışmasına rağmen, bu memuriyeti benimseyememiş, hariciyeciliği bir meslek olarak kabul edememişti.
908 yılında, Meşrutiyetin ilânından sonra yapılan kadro kısıtlaması sırasında, Dr. Hamid Hüsnü Bey’in aracılığı ile, Hariciye Umûr-i Şehbenderiye müdürü İsmail Hakkı Bey’i ikna ederek, sekiz yüz elli altın lira tazminat aldı ve kadro dışında kalarak görevinden ayrıldı.
Annesinin ve yakınlarının ısrarlı isteği üzerine 1901 yılın da, Defter-i Hakanî müdürlüğünden Nazif Bey’in kızı Şerife Saide Hanım’la evlendi. Şerife Hanım’ın annesi Eflaknur Hanım da, Tanbûrî Cemil Bey’in annesi Şehniyar Hanım gibi, Adile Sultan’ın saraylılarındandı.
Cemil Bey evlendikten sonra, Cağaloğlu Şeref sokağında bulunan, yeni bir eve taşındı. Bu iki ayrı dünyâların insanları arasında, uyumlu bir evliliğin bulunmadığını, Mesud Cemil‘in verdiği bilgilerden anlıyoruz.
Bir tarafta, kendisini sanata adayan ve toplumun malı olmuş bir sanatkâr, diğer taraftan bunu bir türlü kabul edemeyen, anlayamayan, kocasına tam anlamı ile âşık bir kadın vardı. Her ikisi de, evliliğin kendilerine yükleyeceği bazı külfetlerin ve sorumlulukların farkında değillerdi.
1902 Yılının bir kış gününde, oğlu Mesud Cemil doğdu. Bundan sonra Tanbûrî Cemil Bey’in hayâtı, evinden çok, dostlarının çevresinde sürüp gitti.
Memuriyet hayâtından çekildikten sonra, dostlarının yardımı, plak çalışmalarından elde ettiği gelirler ve öğrencilerinin katkılarıyle geçinebildi. Cağaloğlu’ndân Sineklibakkal’a, Katip Musluhiddin mahallesine taşınmışlardı.
Son yıllarında, çevresinde bulunan insanlardan da uzaklaştı. Evinin bahçesi içinde bulunan “Uzletgâh” dediği ayrı bir evde yaşar olmuştu.
1914 yılında, I. Dünyâ Savaşı başlamış, o da her Türk vatandaşı gibi, askere çağrılmıştı. Askerlik muayenesi sırasında, doktor durumundan kuşkulanmış, bir başka doktora görünmesini salık vermişti.
Yapılan muayene sonun da, uzun süren bir soğuk algınlığı sanılan hastalığın “Akciğer Veremi” olduğu anlaşılmıştı. Durum “Ittihat ve Terakki Partisi”nin ileri gelenlerinin kulağına kadar gitti.
Mûsikîşinas bir doktor olan ve Tanbûrî Cemil Bey’in yakın dostu Hamid Hüsnü Bey, aracı edilerek, bir sanatoryuma yatırılması teklif edildiyse de, Cemil Bey buna razı olmamış, İsviçre’ye gönderilmesi için yapılan tavsiyeyi de kabul etmemiştir.
Hastalık, kısa sürede ilerlemiş, önce birinde iken, zaman içinde, her iki ciğere de yayılmıştı. Nihâyet, 1916 yılının Temmuz ayının yirmi sekizinci gününü, yirmi dokuzuncu günü ne bağlayan gece yarısından sonra, eşini uyandırdı:
“Vakit geldi. Yirmi beş sene, rindane yaşadım. Öldüğüme teessüf etmiyorum, lakin sizin için bâd-ı ızdırap oldum. Affediniz, kendinize ve Mesud’a iyi bakınız.” Diyerek, hayâta gözlerini yumdu.
Pek az kimse ile kaldırılan cenazesi, Merkezefendi mezarlığında toprağa verildi. BunIarın arasında Rauf Yekta Bey‘le Columbia plak şirketinin sâhiplerinden, Herman ve Julius Blumenthol kardeşler de bulunmuştu. Bu mezarın yeri, bugün bilinmiyor.

Tanbûrî Cemil Bey’in âilesinde, kendi kuşağına kadar, mûsıkî ile az çok uğraşanlar olmuştur. Annesi Zihniyar Hanım Adile Sultan sarayındaki saz heyetinde, Lâvta çalardı. Ağabeyi Ahmed Bey, kardeşinin ünü yaygınlaşıncaya kadar, eski biçim Tanbur icrâsının ustalarındandı. Ayrıca Ud, Lâvta ve Keman çalardı. Diğer ağabeyi Reşad Bey gezici bir halk şâiriydi.
Ablası Beyhan Hanım’ın iki oğlundan büyüğü Tanbûrî Hikmet Bey, küçüğü ise Kemençe çalan Tevfik beydir. Eşi Saide Hanım’ın annesi Eflaknur Hanım da, Adile Sultan sarayındaki Bando takımında, Trombon, âileden bu kuşaktan olanlarının çoğu da, Piyano çalardı. Saide Hanım’ın dayısı, Said Bey de musıkîşinastı. İsfahan makâmından bir peşrev bestelemişti.
Mûsikî çalışmalarına hangi yıllarda başladığını kesin olarak bilmiyoruz. Bize bu konuda oğlu Mesud Cemil bazı ipuçları veriyor. Aile büyüklerinden ve babasının çevresinde bulunanlardan işittiklerini özetleyerek bazı değerlendirmeler yapıyor.
Gizlice mutfağa giderek su bardaklarına değişik oranlarda su doldurup, bir çubukla bunlara dokunduğunu ve bir “Gam” oluşturduğunu, kendi kendine bir şeyler çaldığını anlatıyor.
Çevresindeki insanları dikkatle dinlediğini, ilkokuldaki çocukların okuduğu İlâhi nağmelerine, evdeki Çerkes kadınların türkülerini karıştırarak beste yapma oyunlarına devam ettiğini belirtiyor. Hatta, lastik örgülü ayakkabılardan lastik teller çekerek, bunları bir tahtaya çakılı çivilere bağladığını, akord ettikten sonra kopuncaya kadar çaldığını söylüyor.
Yeni bir çalgı yapma merakının olgunluk yaşlarında da geçmediğini, bir ömür boyu bu arayış içinde dolaştığını yine bu anılardan öğreniyoruz. Mûsikî ile uğraşmasının yasak olduğu ilkokul yıllarında, onun asıl hasretini çektiği şey, eline alması yasak olan ağabeyi Ahmed Bey’in tanburu idi.
Bu hasretini, yaz aylarında taşındıkları ve âilenin malı olan Anbarlı çiftliğinde giderebildi. Buradaki hizmetlilerden emektar Lenber Ağa, çiftlik evlerinden birinde oturur, boş zamanlarında Tanbur çalar, oralarda dolaşan küçük Cemil de hissettirmeden bunları dinlerdi.
Bâzen bu eve gizlice girerek bu bakımsız sazı alır, evin yüklüğüne girerek çalmağa ve içini dökmeğe çalışırdı. Bir gün o kadar dalmıştı ki, Lenber Ağa’nın eve geldiğini duymadı bile. Lenber Ağa yüklükten gelen seslere şaşmış, odada ecinnîler var sanmıştı. Bundan sonra bu yaşlı uşak ile sırdaş oldular. Çok geçmeden durum amcasına anlatıldı.
Taşkasap’taki eve dönünce ona küçük bir Tanbur hediye edildi. Bu küçük hediyenin, onun çocuk ruhundaki akislerini, Mesud Cemil şu duygulu satırlarla anlatıyor:
“… Uzun geceler Cemil bu tanburla koyun koyuna yatmış, rüyâlarına dalarken silkinerek uyanmış, göğsünden kopup boğazına ve gözlerine yükselen tükenmez bir hazzın dudaklarına kadar dökülen usaresiyle ıslanmış parmaklarını onun tellerinde gezdirmiş, onu sevmiş, onu öpmüş ve bilmediği bir tarikatın dervişi olan büyük ağabeyi Reşad Bey’den duyduğu bir türkü kulaklarında çınlamıştı:
Engeller koymuyor, yar sana varsam
Dünyânın zevkini yâr senle sürsem
Hak’kın divanında, elim elinde
Cennet bahçesine yar senle girsem.
Hakikaten o gece Tanbûrî Cemil Bey, engelleri aştıktan sonra Dulcine’si ne onunla kavuştu. Rindane hayâtının zevkini sürdü ve bir başka gecede onun elinden tutarak, ahret yolculuğuna çıktı. Amcası Refik Bey’in evi, sanat ve edebiyat adamlarının bir uğrak yeriydi. Tanbûrî Cemil Bey için çok renkli ve zevkli bir ortamdı. Musıkînin teknik yönlerini ilk kez burada öğrenmeğe çalıştı.
Bir yandan Ahmed Bey’den genel bilgiler elde ederken, diğer yandan büyük amcasının oğlu Mahmud Bey’e Keman dersleri vermeğe gelen Kemanî Aleksan Ağa’dan Hamparsum ve Batı notasını öğrendi. Aynı zamanda, yeni ve bilinmeyen bir uslubla, Tanbur çalmasını ilerletiyordu.
Mûsikî çevreleri, artık bu genç ve muktedir sanatkârdan söz etmeye başlamıştı. Bir gün Mahmud Bey le birlikte gittiği bir mecliste Tanbûrî Ali Efendi ile tanıştırıldı.
Ali Efendi, Cemil Bey’i hayranlıkla dinlemiş, titreyen elleri ile onun yüzünü okşamış, alnından öpmüş, “Evlâdım! Bunca senedir bu sazı çalardım eh, şöyle böyle biraz yendik de sanırdım.
Şimdi seni dinledikten sonra, bir daha tanburu elime almayacağım.” gibi sözler söylemişti. Bu büyük ustanın sözleri, sadece orada bulunanları şaşırtmakla kalmamış, Cemil Bey’in sanatının çevresinde bir efsane yaratılmasına, bu yeni çalış tekniğine karşı çıkanların susmasına da neden olmuştu.
Bundan sonra Tanbûrî Cemil Bey, çoğu kez Ali Efendi’nin bulunduğu meclislerde bulunmuş ve doğrudan doğruya ders olmamakla birlikte, genel müzik bilgisi ile, klâsik okulun asıl karakterine âit incelikleri, Ali Efendi gibi büyük bir ustadan öğrenmiştir.
O zamanki İstanbul’da biraz müzik bilmek, özellikle Piano çalmak, görgülü insan olmanın başlıca şartıydı. Sultan III. Selim ve Sultan II. Mahmud zamanından beri yerleşen bu gelenek, küçük Cemil’i de mûsikîye doğru itmiş, küçük yaşından beri sanatkâr ruhunu beslemişti.
Refik Bey’in evinde bir kaç Piano bulunur, âilenin gençleri mükemmel bir şekilde Piano çalarlardı. O asıl ilerlemesini, ileride göreceğimiz gibi, dönemin ünlü müzik ustaları ile tanıştıktan ve onlarla sanat arkadaşlığı yaptıktan sonra, tükenmez bir gayretle sürdürdüğü bir arayışla elde etti.
Mûsikî ile ilgili her konuyu sabırla incedi, en basitinden en mükemmeline kadar bu sanatın her türünden yararlandı. Mûsikînin bilimsel yönterini kendi çabası ile öğrendi.
Tanbûrî Cemil Bey, Hamparsum notasının bizim mûsikîmizin perdelerini daha iyi belirttiğini söyler ve onu tercih ederdi. Her iki notada da olağanüstü melekesi vardı yazı yazar gibi nota yazardı.
Şahsiyeti ve çevresi
“Babamı diyor, Mesud Cemil, evimizin geceleri ahşap kaplamalarına tırmanan sansarları, tavan aralarında koşuşan fareleri, selâmlığın, bodrum penceresine açılan penceresinde görünen sarı yılanı, açık kalan boş oda kapılarının karanlığında, karşıma çıkan perileri ile karışık bir hâtıralar yumağının arasında görürüm. “
“Siyah redingotunun; ipekli, geniş yakası, zayıf göğsünün üstünde, ciddiyetle kapanır, nahif bünyesine ve ince boynuna göre geniş yakası, plastron boyunbağı üstünde, hafifçe yana eğik başı, biraz daha büyük görünür, zaptedilmiş büyük bir şikayetin, tükenmez kederini taşıyan dargın bakışları ile bu adam, bir esir ve bir kral gibi, tecessüsümün (Belli etmeden, kendini ilgilendirmeyen şeyleri öğrenmeye çalışma) önünden gelir, geçerdi. Kimin esiri ve neyin hâkimi idi ? O gün gibi, bu gün de bilmiyorum.”
Tanbûrî Cemil Bey’in yetişme yıllarındaki müzik öğretim kuruluşları dikkate alınırsa, gerekli şartların bulunmadığını görürüz. Türk Mûsikîsi’ni öğreten iki önemli kuruluş Enderun (Yeni adı ile Muzika-i Humayun) ve Mevlevîhânelerdi. O sıralarda Muzika-i Humayun’da Türk Müziği öğrenimi hemen hemen önemini yitirmiş durumdaydı.
Diğer taraftan Cemil Bey ne mevlevî bir âileye mensuptu ne de mevlevîydi. Bu nedenle yetişmesine temel olabilecek unsurları kendi gayreti ile hazırlamak zorunda kaldı. Dehâsının ışığı altında yıllarca bir güzellik kavramının peşinde koştu. Mırsikî adına güzel olan her şeyden yararlanarak, bu motiflerle dahiyane kompozisyonlar yarattı.
Kendini dünyâ gailelerinden uzak tutarak, sosyal çalkantıların dışında, sanatı seven ve anlayanlarla, yine oğlunun deyimi ile “gösteriş ve adet diye meşgul olanlardan” bir çevre oluşturdu. Aslında bu çevrenin tutumundan da memnun değildi.
Yanyalı Mustafa Paşa, Mahmud Celaleddin Paşa ve Yenikapı Mevlevîhânesi şeyhi Celaleddin Efendi ayrı tutulursa, bu çevreden ölümüne kadar rahatsız oldu. Her zaman “Mustafa Paşa zamanı” ile Sultan III. Selim döneminin özlemi ile yaşadı.
Sultan saraylarında, konuk ve yalılarda Kemanî Memduh, Bülbülî Salih, Kemençeci Vasil, Lâvtacı Civan ve kardeşleri, Kanûnî Şemsi, Udî Nevres, Santurî Ethem Efendi, Hanende Nedim Bey, Hafız İsmail, Hafız Osman Efendi, Sarı Onnik, hânende Arab Sıdıka ve Nesib Hanım gibi sanatkârlarla birlikte oldu.
Bâzen bu toplantılara Hanende Hüsameddin bey, Hacı Kirami Efendi, Giriftzen Âsım Bey, Rahmi Bey de katılırdı. Daha sonraları Rahmi Bey’le dost ve arkadaş oldular.
Batı müziğini yakından tanımak ister, İtalyan sanatkârların Beyoğlu’nda oynadığı oyunları ve operaları izler, takdir eder, kendi mûsikîmizde de bir takım yeniliklerin yapılmasının gerektiğini söylerdi.
Sık sık çeşitli halk kesimlerinin arasına girer, Sulukule’ye gider, pehlivan güreşleri izler, Trakyalı zurnacıların zurnasını dinler, Bahariye ve Yenikapı mevlevîhânelerinde ayinlerde bulunur, müziğin her türünden ilham alır, bütün bunları asil bir uslub içinde eriterek yeni kalıplara dökerdi. Bir ara zurna çalmaya merak etmiş, hayli de başarılı olmuştu.
Bâzen bir dilencinin peşine takılarak okuduğu bir ilahiyi, Hamparsum notasına aldığını oğlu söylüyor. Ramazan günleri câmilere giderek Mevlid ve Hafız Sami Efendi’den Kur’an dinlerdi. Sık uğradığı bir kahvede, Karadenizli bir kemençeciyi dakikalarca dinlemiş, para vererek tekrar çaldırmış.
Çevresindekiler: “Üstad! Siz bunun en alasını yapıyorsunuz. Bu sazı nasıl dakikalarca dinleyebiliyorsunuz?” demişler. Cemil Bey ise; “Çok güzel nağmeler yapıyor. Ben bunları kullanmak istiyorum.” karşılığını vermişti. Cemil Bey sağduyulu, genel kültürü geniş bir insandı. Terbiyeli, sessiz, çekingen, özel hayâtında şakacı ve nükteli bir yaratılışı vardı.
Türkçe’yi güzel konuşur, konuşacak ve çeviri yapacak kadar Fransızca bilirdi. Batı kültürü hakkında da bilgisi vardı. Kalabalığı sevmezdi, devamlı hüzünlü bir insan olarak yaşadı. Güzel yazı yazar, anlatmak istediğini iyi ifâde ederdi. Mûsikî ile uğraşırken, dış dünyâ ile ilişkisini keser, varlığını bu sanatın enginliklerine bırakır, başka bir dünyâda yaşardı.
Kullandığı her sazı severek ve zevkle çalardı. İstemediği zamanlar bir sazı asla eline olmazdı. Bu nedenle zorunlu olarak gidip saz çaldığı yerlerden, hele padişah huzurundan büyük bir sıkıntı ile dönerdi. Alman imparatorunun İstanbul’u ziyâretinde de böyle olmuş, bir taksimin tekrar edilme isteğini reddetmişti.
Mûsikiden anlamayanlardan, hele anlar görünenlerden, bir takım basit eserler isteyenlerden nefret ederdi. Tanbûrî Cemil Bey tek başına halka açık konser veren ilk Türk müziği sanatkârıdır.
Bu konserlerde de büyük bir tedirginlik içine düşmüş, bunun etkisi ile bir yerde biraz dinlenmek ve kendine gelmek istemiş, durum yanlış anlaşılarak, konserinin biri iptal edilmişti. 1912 yılında açılan Darülbedayi’ye “Mûsikî Muallimi” olarak getirilmişti. Bu kuruluşun ilk temsili, 12 Ocak 1912 tarihinde saat yirmi birde verilmişti.
Oyundan önce Rast makâmında klâsik saz eserleri çalınmış, piyesten sonra da kısa bir konser sunulmuştu. Cemil Bey’in hayvan sevgisi kedilerde tecelli etmişti. Kedileri sever, onlarla oynar, her birine bir ad takar, soylu kedileri istemez, ekmeğini kendi gücüyle elde eden sokak kedileriyle uğraşırdı. Bu özelliği oğlu Mesud Cemil’de de vardı.
Berbere gitmekten nefret eder, saçını kendi eli ile düzeltir, yetişemediği yerleri eşine düzelttirir, çok gerekirse kimsenin bulunmadığı bir zamanı seçerek, eskiden tanıdığı bir Rum berbere giderdi. Oğlunun öğrenimine de karşı çıkmış, bir dergaha giderek mevlevî olmasını ya da bir sanat öğrenmesini istemişti.
Ona göre olgunluk yolu dervişlikten geçerdi. Saide Hanım’ın uzun uğraşmalarından sonra o zamanki geleneklerin aksine, tören yapılmadan okula başlamasına razı olmuştur. Son yıllarında çevresi daralmış, yakın arkadaşları, dost ve koruyucuları birer ikişer öbür aleme göç etmişlerdi.
Mûsikı ve sanat anlayışında da esaslı değişiklikler olmuş, eski zevk ve anlayış kalmamıştı. Cemil Bey bütün bunları biliyor ve üzülüyordu. Bu nedenle ölümüne kadar derin bir yalnızlığın içinde kederli bir dünyâda yaşadı.
Ölümünden dört yıl sonra, 19 Kasım 1920 tarihinde Kadıköy Moda’daki Apollon Tiyatrosu’nda ve Ali Rıfat Çağatay‘ın öncülüğünde Şark Mûsikı Cemiyeti bir “Cemil Konseri” düzenlemiş, o zamanın ünlü sanatkârları bu konsere katılmıştı. Bu büyük dehânın ışığı, o günden bugüne kadar gerçek sanatkârların ve sanattan anlayanların gönlünde etkisini sürdürdü ve sürdürüyor. Büyük şâir Yahya Kemâl Beyatlı onun için şu şiirleri yazmıştır:
Araba İşçileri
Bin yıldan uzun bir gecenin bestesidir bu
Bin yıl sürecek zannedilen kar sesidir bu..
Bir kuytu manastırda dualar gibi gamlı
Yüzlerce ağızdan koro halinde devamlı
Bir Erganun ahengi yayılmakta derinden
Duydumsa da zevk almadım Islav kederinden..
Zihnim bu şehirden, bu devirden çok uzakta
Tanbûrî Cemil Bey çalıyor eski plakta…
Birden bire mesudum işitmek hevesiyle
Gönlüm doldu İstanbul’un en özlü sesiyle.
Sandım ki uzaklaştı yağan kar ve karanlık
Uykumda bütün bir gece körfezdeyim artık.
Tanbûrî Cemil’in Ruhuna Gazel
Bezm-i Cemşîd’de devran ki kadehler döner
Şevk şeb-ta-be seher roks-ı mükerrerle döner
Tutuşur meş’ale-î dille meraya-yı huzûz
Hüsn ü Aşk ortada bin mah, bin ahterle döner
Cümle ervah-ı makamat açılır arşşa kadar
Rast, Mahur ile Uşşak, Muhayyer’le döner
Kurulur pây-i tarab yerden o dem kim melekût
Yere gökten süzülür halka-i şehberle döner
Her gelen rind kanar zevkle bu mecliste KemaI,
Canib-î rahmete son çektiği sagarla döner.
Sanatı
Peygamberlerin mûcizelerinden bahseden kitaplar, “Davud peygambere, güzel ses ihsan olunmakla işiten vahşi hayvanlar, kuşlar hayran ve medhûş olurlardı. Havada uçarken sesini işittiklerinde basının üstün de kanatlarını yayıp dururlardı. Hal ehli olanlar da, onun sesini işitince, cûş u hurûşa gelip, raks ve sema’a girerlerdi. Ayrıca, demir onun kerametli ellerinde balmumu gibi yumuşar ve ona isteği şekli verirdi)” derler.
“Davud peygamberin rivâyet edilen bu mûcizelerinin mâhiyet ve manâsı, ondan binlerce sene sonra dünyâya gelmiş olan, Tanbûrî Cemil’in ellerinde ve tellerinde kat’i ve hakiki bir hüviyete bürünmüş oldu. Aralarını bin yılların açtığı bu iki insanın birleştikleri tek nokta, her ikisinin de ilâhi bir kudret ve kabiliyetin tecellisine mazhar ve mastar oluşlarıdır.”
“Cemil’in sanat dehâsını anlatmak istemek, mûsikîmizin yüzyıllardır uzayıp gelen yolu üzerindeki şahikalarından en yükseğinin, en büyüğünün irtifaına tırmanmak demek olacaktır. Bu şahika, ileri – geri hangi zaman sınırına doğru uzanırsak uzanalım, her zaman ve her yerde erişilmez yüksekliği, içinden çıkılmaz enginliği ile bizleri dâimâ ve ebediyen hayret ve takdirden pek ileri bir duygular girdabı ve tufanı içine sürükleyecektir.”
Tanbûrî Cemil Bey’in hayâtı ve sanatı hakkında, Rauf Yekta Bey‘in, onun ölümü üzerine seri halinde yayınladığı, üç makaleden başka, aradan yetmiş iki yıla yaklaşan bir zaman geçtiği halde, ciddî bir araştırma yapılmadı.
Ufak tefek hâtıra, bazı ansiklopedik bilgilerin dışında tek ciddî eser, bir roman uslûbu içinde yazılmış ve 22 Şubat 1948 tarihinde yayınlanmış olan, oğlu Mesud Cemil’in hazırladığı “Tanbûrî Cemil’in Hayâtı” adındaki eserdir.
Tanrı’nın müstesna bir şekilde yarattığı bu büyük insan için, oğlu “İlk gençliğine dair işittiklerimize kıyas edilince, Cemil’in çocukken mûsikîde bir harika çocuk vasıflarını gösterdiğıi anlaşılır. Üç yaşında iken babasını kaybeden yetim çocuğun açık ela gözleri, meçhulü çözen insan oğlunun gözleri idi. Kumral saçları bu parlak gözler üstünde dâimâ gergin iki antendi” diyor.
Bütün ömrü boyunca, içinden taşan duyguları, ilhamları kanalize edebilecek bir yol arayışı içinde yaşadı. Kullandığı her müzik aletinde, bir daha kimsenin yetişemeyeceği bir yüksekliğe çıkan bu dahi insan, kırk üç yıllık kısa ömrü ve yirmi beş yıllık sanat hayâtı boyunca içini dökecek, hissettiğini söyletecek bir araç aradı. Mesud Cemil bu noktayı da çok isabetli bir görüşle tahlil etmiş:
“… Büyük Cemil olduktan sonra dahi saz yapma merakı geçmedi. Evimize gelenlerin hepsi onun pek kıymetli, cidden büyük ustaların yapısı olan türlü müzik aletleri arasında tenekeden bir bisküi kutusuna içinin yayı çıkarılmış bir perde sapının takılmasından meydana getirdiğıi oyuncak çalgıyı benim kadar hatırlarlar.
O çalgıyı babam, benim oynamam için yaparken, kendisi de benimle berâber oynuyor, bu dünyâdan başka bir aleme hasret çeken, vaktinden evvel ihtiyarlamış olan koca adam benimle berâber çocuklaşıyordu.
Hakikaten onun içine sığmayan bu hasret, her sazda ancak dışa taşabilen küçük birer menfez buldu. Tanbur, Kemençe, Lavta, Çöğür, Viyolonsel, Ud, Keman gibi mızraplı ve yaylı sazlar, onun tanıyanların dedikleri gibi, elinde titreşirlerdi.”
“Fakat o hiç bir zaman içini dökecek bir vasıtanın en mükemmelini bulamadı. Bunun için odası, bir saz kolleksiyonu halini almış, bunun için alto kemençeyi yaptırmış, bunun için, yaylı tanburu bulmuş ve yalnız bunun için (okyanus seferlerine mahsus azim bir vapurun güvertesine, buharla mühtez ve sekiz oktav vüs’atinde müteaddit düdükler vaz ü ikame edip, uçsuz, bucaksız denizi seslerle doldurmak istemişti.
Bunun için Tanbûrî Cemil Bey’in bu arzu ve iştiyakı, ızdırap verici bir ihtibaz içinde onu ezmiş ve üzmüştü. O eline aldığı bütün sazlarda, büyük bir teknik tekamül yaratmak ve bütün bu sazların virtüozite kıymetini en yüksek derecesine çıkarmakla berâber, hiç bir suretle bu sazları çalışın ona verdiği titrin içine sıkışıp kalmış bir sanatkâr değildi.
Bu sazlar onun için adetâ birer meşk ve tecrübe tahtası halini almıştı. Onun asıl büyük sanatkârlık hüviyeti, muhteşem ve göz kamaştırıcı ibda (yaratma) kabiliyetindedir.”
Tanbûrî Cemil Bey’i Cemil Bey yapan bu sihir neydi? Onun çaldığı her sazın perdesinden çağlayıp akan o gür pınarın coşkunluğu nereden kaynaklanıyordu? Bütün bu anlatılanlardan bu soruların karşılığını bulmakta güçlük çekmiyoruz. Cemil Bey, içinde yaşadığı o günün dünyâsında ses sanatımıza âit olan her unsurdan yararlandı.
Bunları mûsikîmizin gelenekleri için de yoğurarak, bugün unutulmağa yüz tutan perdelerden ses çağlayanı halinde akıtmasını bildi. Türk Mûsikîsinde keşif yapan bu büyük sanatkârın bulduğu yeniliklerin değerlendirildiğini ileri süremeyeceğiz.
Mesud Cemil diyorki : Tanbûrî Cemil Bey kimdir? Bizim için manâsı nedir? Yaşadığı devirde, o zamanki yüksek cemiyeıin ve bütün imparatorluk içindeki sanat sever halkın bir “Orfeon” gibi bağlandığı bu sanatkârın ölümünden sonraki yazılar, onu nev’i şahsına münhasır bir virtüoz olarak vasıflandırır.
Tanbûrî Cemil Bey’in, eline aldığı herhangi bir tahta parçasından bile güzel sesler çıkartacak derecede doğuştan vitüoz olduğu şüphesiz ise de, şah siyetinin tahlilinde o eski Türk Mûsikisi’ne en yüksek ifâde tarzını veren, bu mûsikîye yeni bir uslûb getiren yaratıcı bestekâr tarafıdır.
Bu yaratıcı bestekâr tarafının eşsiz örnekleride ne meşhur peşrev ve saz semaileri, ne de mahdut bir kaç şarkısı değil, belki romantik ruhunun kalıp halindeki ölçülerinden, zamanımızdaki en modern müzik anlayışlarına pek uygun olarak kurtulabildiği taksimleridir.
Avrupa’da mûsikînin, bugünkünden daha az mantıklı ve hesaplı olduğu, mûsikîşinasların bestekarlıkla virtüozluğu, nefislerinde birleştirdikleri mesud devirlerde, Org ve Klavsen’lerin başında yapılan ve bugün için ebediyen kaybolup giden, improvizasyon şeklindeki besteleri düşünürsek, Cemil’in Taksim bestelerini zapteden şu alelâde siyah plâkları kasalar içinde saklamak icabeder.
Tanbûrî Cemil Bey’in, bugünki bilgi ve şuurumuzla henüz görmeğe başladığımız en önemli bir tarafı da habersiz bir folklorcu olmasıdır. Onun zamanında folklorün (Halk Bilgisi’nin) adı duyulmamıştı. Hele imparatorluk rejiminde halkın manâsı (Ahad-ı Nas, ayak takımı idi.
Bugün sanat istatistiklerimizi bağladığımız Halk müzik eserlerine dudak bükerek Köy Havası diyen bir cemiyetin içinde Tanbûrî Cemil halk müziğine adetâ âşıktı. O zamanlar imparatorluğun payitahtı olan İstanbul, üç kıt’ayı saran hudut bölgelerinin her tarafından gelen, her cins halkla dolu olduğu için, folklor bakımından çok zengin bir şehirdi.
Tanbûrî Cemil Bey’in o zamanlar gittiği konaklarda, birden bire ortadan kaybolduğu, arandığı zaman mutfak dairesinde, aşcı başından saz dinlerken bulunduğu, sokakları dolduran her cins dilencinin peşinden giderek, okudukları melodileri Hamparsum notası ile zaptettiği, tütün kaçakçıları, çobanlar, arabacılar, kayıkçılar, askerlerle düşüp kalkarak, onlardan halk mûsikîmizin özünü tattığı, hayâtının hikayelerine karışan en dikkati çeken hâdiselerdir.
Rami köyünde bir kahvecinin hediye ettiği Çöğür’ünü şimdiki folklorcularımız hayretle karşılıyorlar. Halk sazını tanıyan halktan bir sanatkâr gibi, halk mûsikî’sine mahsus uslûb ve teknikle çalan Cemil, o köy kahvesinde duvarda asılı sazı görmüş, kahveciden izin olarak çalmaya başlayınca, kahveci: – Efendi , ben gayrı bu sazı elime almam, al senin olsun, al götür, demiş.”
Tanbûrî Cemil Bey, bizde Tanzimat’tan beri ızdırap halinde devam eden ve Cumhuriyel inkılaplarıyla şuurunu bulan yenileşme ruhunu, eski köklerden aldığı esrarlı kudretle besleyerek sezen ve bu duygusunu zamanın imkân ve vasıtaları içinde azâmi ifâdeyi veren sanatkârdır.
Klâsik uslûbun hem hayranı, hem hâkimi olan Tanbûrî Cemil, her eserinde bu klâsik olgunluğu gösterdiği gibi, dâimâ uzak, hassas, muzdarip, titrek ve coşkun bir romantizmin şiirini bol bol vermiştir. Taksimleri gibi, hayâtı ve hâtıramızda kalan fikirleri de, bunu anlatır. Doğuştan sanat vergisi ile çalışkanlığı bir araya getirme örneği olarak Tanbûrî Cemil, her sanat yolcusunun tanıması lâzım gelen çehredir.”
İcrâkârlığı ve eserleri
Tanbûrî Cemil Bey’in tanbur çalış tekniği, henüz şekillenmeden önce, eski tanburilerin icrâsı revaçtaydı. O yıllarda, bunların başında Tanbûrî Ali Efendi geliyordu. Eski biçim Tanbur çalma tekniği, bir mızrap darbesinden sonra elde edilen titreşim sırasında, mümkün olduğu kadar fazla perde kullanmak ve az sayıda mızrap atmak temeline dayanıyordu.
Tanbûrî Cemil Bey’in ünü yaygınlaştıkça ve icrâsı kişilik kazandıkça, tutucu çevrelerin ağır eleştirilerine uğradı. Yüzyıllardan beri devam eden bu gelenek temelinden sarsılmış, Türk Sanat Mûsikîsi’nin bu temel sazı bambaşka bir uslûb kazanmıştı.
Dönemin tanınmış mûsikîşinasları, başta Rauf Yekta Bey olmak üzere, zamanın gazetelerinde ve dergilerinde yazılar yazarak bu tekniğe açıkça karşı çıktılar. Onlara göre Tanbur çalmak bu demek değildi. Oysa Tanbûrî Cemil Bey, bu güzel sazı dinamizm ve hareket getiren bir mucitti.
Seri mızrap vuruşları ve icrâda hareketlilik söylenmek isteneni daha rahat söyletiyor, melodik cümleler ifâdesini daha kolay buluyordu. Makamlarımızın seyir ve karekteri daha renkli kalıplara dökülebiliyordu. Bütün bunlarla “Cemil, başlattığı inkılaplarla mûsikîmizde yeni bir devir açmıştır. Bu mutlak ve muhakkaktır.
Asıl Tanbur ve Kemençe tavrını bozmuştur, peşrev ve taksimlerin çalınış tarzı pek laubali ve hoppadır” diye boş ithamlara kalkışan, hatta diyebilirim ki, Cemil’in büyüklüğünü anlayamayan kıskançlar bile, meselâ bir taksimini veya Vasil, Şemsi ve Nevres’le birlikte çaldıkları bir peşrevi dinledikleri vakit, sazların kaynaşmasından ve kıvrak nağme ilâvelerinin, imtizacından doğan muhteşem ve müzeyyen ahengin ulvi kemal mertebesine hayran kalırlardı. Cemil Bey’in eline geçen bir beste derhal cazip bir hüviyet alırdı.”
“Meselâ Tanbûrî Cemil Bey’in tanburla bir Tahir-Bûselik peşrevi çalışı, insanı çıldırtırdı. Bestekarı Rıza Efendi sağ olup da dinleseydi, şüphesiz o da çıldırırdı. Peşrevleri, harika şarkıları aslında olmayan kıvrak melodilerle -usûlden ve huduttan çıkmayarak- tezyin etmeyi mübah görürdük. Kaideyi biraz da sanatın ince tecellilerine fedâ ederdik. Fakat bu doğru bir şey değildi.
Bunu teslim etmekle berâber, Tanbûrî Cemil Bey öyle muazzam ve coşkun bir deryâ idi ki, kendisini kaide diye dar bir çerçeve içine hapsedemezdi, gönülden çıkan nağme dalgaları ile telif ve kaide hukuku setlerini yıkar, taşardı. Onun taksimleri bir harika, birer peygamber hitabesidir elli seneden beri dinlediğim şöhretler ve sazını yenmiş sazendelerin hiç birinde Cemil’in tavırlarını ve aynı makam içindeki ruha tatlılık ve hayranlık veren nağme icatlarını görmedim.
Başka bir zeminde olmak üzere Vasil ve sair bazıları, Cemil’in tarzından ve hüviyetinden bir şeyler ihsas ederler. Bunların taksimlerinde Cemil’in hazinesinden dökülmüş bazı nağme incilerine rastlamak mümkündür.
Fakat, kardeşim Pertev Paşa’nın (Mûsikî Düşsüncelerim adlı eserinde selahiyetle dediği gibi (Tanbûrî Cemil Bey gibi Tanbur çalmaya artık imkân yoktur; Cemil Bey’in bizde adetâ kendinden geçmiş bir halde, hemen bütün nadide makamları dolaşarak ve bunlardan ilâhi melodiler yaratarak tanburla yaptığı taksimlerdeki ulviyeti anlatabilmek imkân haricindedir.”
“… Filhakika taksimlerindeki azamet, kendi ruhunda bile güzel, dâimâ mahzun ve mütefekkir duran sevimli çehresine akseden hayranlık ve takdir ürpermeleri belirtileriş parmaklarının kuvve-i icrâiyesi tılsımlı bir membadan kudret almış gibi bütün makamlar üzerinde başka türlü bir eda ve çeşni yaratırdı.
Hicaz, şevk-efzâ, Ferahfeza, Uşşak ve sair makamlar onun elinde başka bir alemden geliyormuş gibi garib ve büyüleyici bir seyir ve ihtizaz içinde çalınırdı. En adi bir sokak türküsünü, Mustafa Çavuş’un kıvrak ve nazlı bir şarkısı haline sokardı. Şedlerde harikulâde muvaffakiyetler gösterirdi.
Bûselik perdesi üzerinde, hem Kemençe ile Hicaz, Sûzidil, Rasttaksimler yapar, peşrevlerini yine bu perde üzerinden şayanı hayret bir kolaylıkla falsosuz çalardı. Bunlara çok merakı vardı ve sazda terakkinin en birinci şartı bu şedlerde çalmak olduğuna kaniidi.
Zannediyorum ki bu gün memleketimizde böyle şed harikaları yapabilecek hiç bir sanatkâr yoktur ve olamaz. Bu yalnız Tanbûrî Cemil Bey’e mahsus bir mevhibe-i ilâhiyedir. Ruhlarımızı saran bu nağımeleri icrâ eden parmaklardaki sürat ve isabet, tizlere kadar inip çıkmalarda zerre kadar bir falso eseri olmamış diyebilirim ki hiçbir zaman da görülmemiştir.”
“… Onun manevî mektebinden feyiz alıp başka bir tahassüs küşayişi ve zamanımızın temayülleri, ruh tecellileri içinde, hakiki istidat inkişafı ile yetişen genç müzik müridleri arasında ister Şark, ister Garp müziğinde bütün muhitimizi istilâ eden bu fevkelhayal ulvi ve tatlı Cemil nağmelerinden ilham alarak bu ses ve melodi inkılabına asrın ilmini, zevkini ve zarâfetini de katacak büyük istidatlar doğacaktır.”
“Türk müziği o zaman, Cemil’in kendisini görmemiş bile olsa, dahiyane irşadından ve işaretinden aldığı dersler ve tahassüslerle parlayıp dünyâyı hayretler içinde bırakacaktır. Bu nurlu istikbal bize Mev’ud ve mukadderdir.
Öyle görülüyor ki, bu gönül alıcı intikal ve terakki konservatuvarımızda Şark ve Garp mûsikîlerini iyi öğrenen çocuklarımız yapacaktır. Bu asri ve ilmi bir zarurettir malzemesi ve temellerri mevcuffur.” Ne yazık ki bu temenni de yerini bulmamıştır.
Neyzen Gavsi Baykara‘nın verdiği bilgilere göre, sanatının ilk yıllarında Cemil Bey bir gün, Baykara’nın dedesi olan Yenikapı Mevlevîhânesi şeyhi Celaleddin Efendi’yi Topkapı dışındaki köşkünde ziyârete gitmiş. Eski Tanbur icrâsının bu büyük ustası Cemil Bey’in ricâsını kırmayarak Tanbur çalmış. Bundan sonra o da Cemil Bey’e ısrar etmiş.
Tanbûrî Cemil Bey, tanbur çalışına karşı olduğunu bildiği için çalmak istememiş. Daha sonra Cemil Bey’i dinleyen şeyh efendi, ağlayarak şu sözleri söylemiş:
“Oğlum! Bu sizin çaldığınız, bildiğim Tanbur değil, fakat, müzik namına, simdiye kadar dinlediğim şeylerin en güzeli. Sizin bu vaziyet karşısında kimseden istifâde etmeye ihtiyacınız yok. Bu tuttuğunuz yolda hiç bir söze kulak asmayarak her şeye rağmen yürüyünüz. Allah feyzinizi artırsın.”
Mahmud Demirhan hâtıralarında, “Merhum Celaleddin Efendi bizi çok severdi orada söz ve saz fasılları yapardık. Cemil’i farklı bir vecd ve cezbe içinde dinler, bilmediğimiz başka âlemlerden gelen bu seslere hayran olurdu” diyor.
Bu ve buna benzer değerlendirmeler gösteriyor ki, Tanbûrî Cemil Bey o dönemde büyük sanatkârları dinlemiş, araştırmış, elde ettiği verilerle yeni bir sentez yaparak harikalar yaratmıştı.
Cevdet Kozanoğlu anlattı: Ankara Radyosu’nda plak kayıt stüdyosu açıldığı sıralarda Cemil Bey’in otuz kadar plağını çoğaltmak istemişler. Kemanî Reşad Erer, Mesud Cemil ve Kozanoğlu plakları dinlerken çok duygulanarak ağlamaya başlamışlar.
Kozanoğlu Reşad Erer’in de ağladığını görünce şaşmış: Reşad Bey! Bu büyük adamı ben görmedim, Mesud’un da babası. Siz neden ağlıyorsunuz? diye sormuş. Bunun üzerine Reşad Erer: Ben plâklara değil, Cemil Bey’e ağlıyorum. Siz Cemil Bey’i bu sanıyorsunuz. Bu plaklar ısmarlama, maişet (geçinme) temini için üç dakikaya sığdırılmış melodiler, Cemil Bey değildir.” demiş.
Tanbûrî Cemil Bey’in Kemençe çalmaya ne zaman başladığı bilinmiyor. Ancak son yıllarında hemen hemen tamamıyla Kemençeye yöneldiğini, tanburu daha az çaldığını biliyoruz. Aşağıdaki sözler, onun kemençesi hakkında bilgi vermesi açısından çok değerlidir:
“… Âdeta Kemençe üstadı denecek derecede büyük bir istidadı olan, bütün bu meziyetleri çok sevdiği Cemil Bey’e de telkin eden rahmetli Vasil bile, fazlaca neşelendiği demlerde tiz Gerdaniye’lerde filan biraz bozuk çalardı.”
“… Halbuki Cemil, meselâ Kemençe ile Tahir Buselik makâmından bir taksim yaparken, meyanlarda yayını kemençenin yayına eskiden ok derlerdi tiz Gerdaniye ve tiz Muhayyer, hatta tiz Çargah’ın pek sıkı ve sıkışık perdeleri üzerinde en ufak bir falso, bir yanlış basış yapmayarak kayıtsız bir emniyetle, yüzünde küçük bir sıkıntı eseri göstermeksizin, huzur ve sükûnetle dolaştırılıp, asil ve kıvrak nağmeler ibda ederdi.”
“Böyle mühim ve güç taksimlerinde bazan, benim de Kemençe çaldığımı bildiği için, mütebessim ve cazibeli güzel gözlerinin binbir manalı bakışlarıyla yüzüme bakardı. Belliydi ki, kemençede böyle tizlerde hâkimane yay dolaştırmak harikulade güç olduğunu kendi de bilip, kendini beğendiği gibi, benim Vasil’i çok takdir ettiğimi bildiğinden, onun bile erişemeyeceğine kani olduğu bu muvaffakiyetin hüküm ve teşhiri altında benimle kardeş latifesi yapardı.
Sanki o kadar güç ve çetin bir şeyi bu kadar kolay nasıl yapabildiğine kendisi de şaşardı. Zannetmem ki hiç bir müzik aleti üzerinde, hususiyetle Tanbur ve Kemençe’de böyle tiz perdelerde, muhtelif makam ve şedler göstererek asfalt yollarda bahar gezintisi yaparken hissedilen iç rahatlığı ile kolayca taksimler yapılabilsin. Bunu takdir için kemençenin tekniğine ve şerait-i icrâiyesine biraz vakıf olmak lâzımdır. Böyle olduğu için de Cemil’in ruhundan taşan bu icrâ kuvveti karşısında eğilmek bile azdır.”
Bu virtüoziteye ulaşmak için, tıpkı tanburda yaptığı gibi, uzun süren bir inceleme ve araştırma yaptığı, özellikle Vasil’den yararlandığı günümüze gelen anılardan anlaşılıyor. Merhum Rûşen Ferit Kam, Mahmud Celaleddin Paşa‘nın oğlu Atıf Esenbel’den naklen şu hâtırayı naklederdi:
Bir gün, Atıf Esenbel, bir arkadaşı ile, Tanbûrî Cemil Bey’in oturduğu sokaktan geçerek, bir dostunu ziyârete gidiyormuş.
Tanbûrî Cemil Bey’in evinin önüne gelince, odasının ışığının yandığını görerek, kısa bir süre için, uğramağa karar vermiş. Atıf Esenbel o yıllarda Cemil Bey’den Tanbur ve Kemençe dersleri alıyormuş. Biraz oturduktan sonra Atıf Bey:
– Üstadım! Şedaraban saz semaisine çalışıyorum, dördüncü hâneyi kemençe ile çalamadım, lûtfedip gösterir misiniz?” demiş. Cemil Bey duvarda asılı kemençeyi almış, kısa bir taksim yaparak saz semaisine girmiş. Dördüncü haneye gelince, tanburla yaptığı gibi yapamamış; düz notalarla bitirerek “- Böyle olması gerekir” gibi sözler söylemiş.
Gece yarısı evine dönerken aynı sokaktan geçen Atıf Bey, Cemil Bey’in odasının ışığının yandığını, halâ Şedaraban saz semaisinin dördüncü hanesine çalıştığını, açık pencereden galen kemençe sesinden anlamış. Bunları anlattıktan sonra, “Cemil Bey gibi bir dahi bile çıktığı zirveye böyle tırmanmıştır.” sözlerini eklerdi.
Mahmud Demirhan devam ediyor: “… Vasil onu pek çok sevdiğıi gibi, o da Vasil’e bayılırdı. En takdir ettiği adamdı. Onun kendine mahsus vakur ve kibar bir tavırla, makamların hakiki seyirlerini bilerek yaptığı taksimleri dini bir huşû ve hürmetle dinlerdi. Gözlerini kemençeden ve yay çekişlerinden ayırmaz, bütün dikkati ile her tavrını ve parmaklarının kirişler üzerindeki hareketlerini tetkik ederdi.
Ikisini de dinleyen bir mûsi kî kafası tasdik eder ki, Cemil Bey Vasil’in peşrev çalış ve taksim ediş tarzlarından çok istifâde etmiş, sonra bunları kendi dehâ ve ilâhi duygu potası içinde eriterek zarif ve yepyeni şekillere sokmuştur… Buna mukabil Vasil’de de Cemil Bey’den bazı parçalar bulmak mümkündü.”
Elde bulunan plâklarından Kemençe ile çaldığı parçalar ve taksimler analiz edilecek olursa, titiz ve hâkim iki elin aynı ustalıkla kullanıldığı dikkati çeker. Son derece dengeli ve kıvrak bir yay tekniği apaçık fark edilir.
Tanbur icrâsında yarattığı o harikulade gelişmeyi, aynen kemençeye de uygulamış ve bu saza asil bir tavır getirmiştir. Batı Mûsikîsi’nde bugün teknik düzeyi baş döndürücü bir durum almış olan Viyolonsel’i de Cemil Bey’in çaldığı sazlar arasında görüyoruz.
Bu sazı ilk kez, kendi melodilerimizi icrâ edecek bir akord ve Kemençe yayı ile çalan sanatkârdı. Bu konuda, Cemil Bey’le uzun yıllar sanat arkadaşlığı yapan Fahri Kopuz‘un anlatıyor: “… Bir akşam İsmail Paşa’da bulunduğumuz esnâda Üstad’ın Viyolonsel’le meşgul olduğunu söylediler.
Bir müddet sonra yine köşke gittiğimiz zaman, paşanın akrabalarından Ferik Hüsnü Paşa’nın mahdumu yüzbaşı Tahsin Bey’in İstanbul’dan getirttiği viyolonseli Üstad’ın kucağına verdiler. İşte o akşam üstad, bize dünyânın gailesinden uzak bir gece yaşattı; fasıllara viyolonselle iştirak etti.
Müteaddil lahuti taksimleriyle hâzirûnu mestetti. Bir ara hazirundan biri, bu sazla herhalde ajiliteli eserlerin çalınmasının güç olacağından bahsetti. Hiç unutmam Cemil Bey:
– Ne gibi? Meselâ Köçekçe gibi eserler mi? dedi bana her zamanki mütevazi nezâketiyle, “Fahri Beyefendi, lütfen ahenk ediniz de bir Köçekçe faslı yapalım” dedi. Bu faslı öyle mahâretle, öyle kıvrak ara taksimleriyle icrâ ediyordu ki, insan Üstad’ın bu sazı senelerden beri çaldığına hükmederdi.’
O yıllarda Andon, Hristo, Civan kardeşler, Vasil ve dönemin kalburüstü sanatkârlariyle düşe kalka Lâvta çalmakta da oldukça ustalık kazanmıştı. Lâvta’yı Tanbur mızrabına yakın bir tavırla çalarak üstün bir teknik düzey elde etmişti. Elde bulunan iki Lâvta taksimi plağı, Tanbur’da olduğu gibi bu sazda da erişilmez bir icrâkarlığa yükselmiş olduğunu gösterir.
Nitekim onun Lâvta çalışı, yukarıda adı geçen Lâvta sanatkârlarını hayrete düşürürdü. Ud‘u pek kullanmamakla birlikte, bir gün ısrar üzerine Vasil’in Kürdili-Hicazkar peşrevini yalnız Gerdaniye teli üzerinde çalmıştı.
Beğenerek ve isteyerek çaldığı her müzik aleti Cemil Bey’in elinde konuşur emrine girerdi. Yaylı Tanbur‘u bulan ve ilk olarak kullanan da Cemil Bey oldu. Keman veya Kemençe yayı ile çalar, aynı kıvraklıkla kullanır, ruhundan taşan duyguları türlü kalıplara dökerek taksimler yapar, bâzen fasıllara bununla katılırdı.
Bugün elimizde bulunan plakları, bütün teknik imkânsızlıklar içinde doldurulmasına rağmen, bu efsane adamı hakkında bize biraz olsun fikir verebiliyor. Bu plâklar için Mesud Cemil, “O henüz nahif vücudunda dâimâ çırpıntılı kalbi, kimsenin anlamadığı bir derin hasretin ateşinden parlayan gözleriyle aramızda yaşarken alınmış ve bugünlere kadar kalmıştır.” diyor.
Tanbûrî Cemil Bey yaratılışı gereği, ısmarlama sanat icrâ etmesini sevmeyen bir kimse olarak önceleri plak doldurmayı reddetmiştir. Fakat kendi isteği ile kadro dışında kalması, yardımcı olan dostlarının gittikçe azalması, para sıkıntılarının baş göstermesi, plak yapmasını zorunlu kılmıştır.
Bu yüzden Blumenthal kardeşlerin “Orfeon” firması ile 1908 yılında yüz Napolyon altına bir dizi plak yapmak için anlaşma yaptı. Daha sonra bu plâkları yapamıyacağını adı geçen firmaya bildirdi. Firma şaşkına dönmüş, buna bir anlam verememişti.
Bundan bir yılı aşkın bir süre sonra Ziraat mühendisi Şevket Bey ile Udî Şevki Algın’ın gayreti sonucu 1910’lardan itibaren bildiğimiz plakları doldurdu ve bu çalışmalar 1914 yılına kadar sürdü. Bunun için evinin birikmiş vergi borçlarını ödeyememesi gibi sebeplerle, Şevki Algın’ın Cemil Bey’i ikna etmesi için şirketten para aldığı söylenir.
PIak dolduracağı zaman titiz ve heyecanlı olduğunu, bâzen bütün günün boşa gittiğini, zaman ilerledikçe bu durumun hoşuna gittiğini, eve bir gramofon getirtilip bunları dinleyerek değerlendirdiğini oğlu Mesud Cemil anılarında anlatıyor.
Daha o zamanlar başkalarının plâkları yirmi beş kuruşa satılırken, Cemil Bey’in plakları bir altın liraya, silindirleri çeyrek altına satılırdı. “Tanbûrî Cemil Bey’in elimizde bulunan plakları arasında, Gazel dediğimiz güfteli hânende taksimlerine en veciz müzik cilveleriyle verilmiş karşılıklar var.
Bunlar o zamanın Hafız Osman, Hâfız Âşir, Mızıkalı Hâfız Yaşar, Hafız Yakup, Hafız Sabri gibi okuyucu larla doldurulmuş plaklardır. Cemil, bu okuyucular arasında (Şaşı lâkâbiyle maruf Hafız Osman’ın bilhassa güfteleri melodi üzerine yayışını çok beğenir, takdir edermiş. “
Mesud Cemil, o zamanlar güfte bölmenin önemini, güfte seçmenin değerini, emprovize olarak okurken bu sözleri nağmelere bir zevk ve bilgi dâhilinde yerleştirmesini bilmeyenlere müzik dünyâsında yer verilmediğini belirttikten sonra, Hafız Osman Efendi’de bütün bu özelliklerin bulunduğunu söylüyor.

Bu nedenle Tanbûrî Cemil Bey’in Osman Efendi’yi, şiiri müzik arasında harcamadığı, aksine müzik ile şiiri yeniden güçlendirdiği için Allah vergisi yönlerine hayran olduğunu yazıyor. Tanbûrî Cemil Bey’in bu plakları göz önüne alınacak olursa, bazı gerçekler dikkati çeker. Önce Udî Nevres Bey ayrı tutulursa, kendisine eşlik eden saz sanatkalarının asla Cemil Bey ayarında icrâkar olmadıkları görülür.
O bu sanatkârlarla çalarken de bir virtüoz olarak hareket etmiş, diğer sazlar ona yetişmeğe çabalamışlar, fakat o bildiği yolda yürümeye devam etmiştir. İkinci özellik ise şudur: “… Tanbûrî Cemil Bey, klâsik müzik repertuvarı mızın en yaygın bazı peşrev ve saz semailerini de kendi sanatkâr ruhunun ellerinden geçirerek sazlara aksettirmiş ve plaklara vermiştir.
Bunları uslûb, eda ve icrâ bakımlarından ve ayrıca kendi bestekarlık harikasından almış olduğu geniş ilham ve feyizden faydalanarak asıllarını bozmadan, kendi melodi çizgileri içinde, harikulade süslemiş ve çalmıştır.
Eserlerin bu şekilde çalınışlarıyle ortaya çıkmış olan özelliğe Cemil Aranjmanı demek yerinde olur. O zâten bu eserleri ayrıca Müntehabat-ı Mûsikîye namı altında neşretmişti. Bu eserler de Cemil’e refakat edenler Kemanî Bülbülî Salih, Udi Nevres, Şevki, bir plağında Şehzâde Ziyaeddin Efendi, Tanbûrî Hikmet ve Kadı Fuad Efendi’dir.”
Eserleri
1- Taksim, söz ve saz eserleri plakları (Seksen beş adet).
2- Rehber-i Mûsikî: Türk Mûsikîsi’nin Batı Müziği ile karşılaştırmalı olarak yazıldığı bir nazariyat kitabıdır. Bu biçimde yazılan eserlerin ilkidir. İlk baskısı 1902 (1318)’de İstanbul’da Misak Efendi Mntbaası’nda yapıldı. İkinci baskısını 1925 yılında Şamlı İskender yaptı.
3- Yarı kalmış Kemençe metodu
4- Mûsikî eserleri : Muhtelif makamlardan sekiz peşrev, yedi saz semaisi, iki Longa, iki Zeybek, bir oyun havası. İlk sözlü eserinin “Etmesin avdet melâl-i intizar/Geçme ömrüm, geçmeden nevbahar” güfteli şarkısı olduğu söylenir.
Öğrencileri
Tanbûrî Refik Fersan, Fahire Fersan, Ressam Tahsin Bey, Samiye Morkaya (Yazar Burhan Cahit Morkaya’nın eşi). Bir otomobil kazası sonucu sol eli sakatlandığı için sanat hayâtı kısa olmuştur.
Rahmi Bey‘in kızı Nahide hanım, Atıf Esenbel, Şemseddin Ziyâ Bey, Ziyâ Hüznî Bey, Ziyâ Hüznî Bey’in iki kızı Müzeyyen ve Satıa hanımlar, Tanbûrî ve Kemençeci Kadı Fuad Efendi, Yeğeni Tanbûrî Hikmet Bey, Tanbûrî Kadıköylü Fuad Sorguç, Murad Öztorun başlıcalarıdır.
Bütün bunlardan başka her tanbur ve kemençe çalan Tanbûrî Cemil Bey’in manevî öğrencisi olmuştur denebilir. Hattâ, diğer sazları kullananlar bile, o yıllarda ve daha sonra Cemil Bey’in etkisinde kalmışlardır.