Refik Fersan

Refik Fersan, 1893 yılında İstanbul Şehzadebaşı’nda dünyâya geldi. Babasının sesi güzeldi ve bir musiki aleti kullanmak ailenin gelenekleri arasındaydı. 1893 yılında babası ölünce yakınları olan Faik Bey’in yalısına taşınırlar.

Bu yalıda haftanın belli günlerinde Tanburi Cemil Bey, Leon Hancıyan, Lâvtacı Andon, Rahmi Bey, Lemî Atlı, Neyzen Aziz Dede gibi sanatkarlar, yetenekli kalfa ve cariyeler derse gelirler, muhteşem fasıllar yapılırdı.

İşte Refik Fersan böyle bir ortamda Türk Musıkîsi ile ilişki kurarak bu sanata derin bir şekilde bağlanmıştır. Ailesinin musıkîye düşkünlüğü, kendisinin de olağanüstü hevesi ile başlangıçta Ud çalmağa çalıştı. Bir süre sonra Tanbur‘da karar kıldı. Böylece 12 yaşında Tanburi Cemil Bey’den ders almağa başladı. Bu dersler 5 yıl sürmüştür.

Bu sıralarda bir yandan tanbur dersleri alırken bir yandan da Leon Hancıyan’dan usül dersleri alıyordu. Refik Fersan, Tanburi Cemil Bey’in itina ve ihtimam ile yetiştirdiği 5 tanburi’den biriydi. Diğerleri ise, Cemil’in ablası Beyhan hanımın oğlu Hikmet Bey, Kadı Fuat Efendi, Faize Ergin ve Tahsin Bey’di.

Daha sonra Robert Koleji ve Galatasaray Lisesi’ne devam eder ve Tevfik Fikret ve Ahmet Rasim Bey‘den Fransızca, edebiyat ve biraz da ingilizce öğrenir. Refik Fersan, 1913 yılında Fahire Fersan ile evlenir. Aynı sıralarda Cenevre’ye gidecekleri için düğünleri Cenevre’de olur. İsviçre’ de kimya öğrenimine başladıysa da tamamlayamamıştır.

1917 yılında Darülelhan’a girer. Böylece “tanbur muallimi” olarak öğretim üyeleri arasına katılmış olur. 1918 yılında askerlik hizmetini yapmak üzere Mızıka-i Humayun’a tayin olur. Aynı yıl içerisinde İsmail Hakkı Bey yönetiminde ilk konserini verir.

Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundan sonra, 1924 yılında “Cumhurbaşkanlığı Fasıl Heyeti Şefi” olur. 1927 yılına kadar çalıştıktan sonra sağlık nedenleri ile bu görevinden ayrılarak İstanbul’a yerleşir. Çankaya Köşkü’ nde çalıştığı yıllarda, başbakan İsmet İnönü’ nün Yunanistan’ a yaptığı geziye katılır ve o yıllarda bestelemiş olduğu ve Rast Makamındaki “Methal”i Yunanistan’da armonize edilerek çalınmıştır.

Refik Fersan ve Münir Nurettin Selçuk

Refik Fersan, İstanbul’a yerleştikten sonra, Münir Nureddin Selçuk ile serbest çalışma hayâtına atılmış, plak çalışmaları yapmış ve eşi Fahire Fersan ile Münir Nurettin Selçuk’un konserlerine doldurmuş olduğu plaklara eşlik etmiştir.

1937 yılına kadar ilk İstanbul Radyosu’nda çalışmıştır. 1938 yılında Ankara Radyosu’nun hizmete açılması ile Ankara’ya gelmiş, birçok hizmetlerde bulunmuştur.

Daha sonra İstanbul’a dönerek İstanbul Belediye Konservatuarı icra heyeti’nde çalışmış, “İlmi Kurul” başkanlığı yapmış ve bir süre de “Tasnif heyeti”nde çalışmıştır. Refik Fersan, uzun süredir çekmekte olduğu bir akciğer rahatsızlığından dolayı, 13 Haziran 1965 tarihinde vefat etmiştir.

20. yüzyılın Türk Musikisi bestekarlarının en önemlilerinden biri olan Refik Fersan, özellikle saz musikimiz açısından gerçekten kuvvetli bir bestekardır. İlk sözlü eseri sözleri Fuzuli‘ye ait olan “Beni candan usandırdı cefadan yar usanmaz mı?” güfteli Kürdili-Hicazkâr makâmındaki şarkısıdır. İlk saz eseri ise Şehnaz-Bûselik makâmındaki peşrevidir.

Çankaya Köşkü’nde bulunduğu yıllarda büyük önderimiz Atatürk‘ün arzusu üzerine aynı gece Nikriz makâmındaki saz semaisini bestelediği ve yine aynı gece icra edildiği bilinmektedir. Atatürk özellikle son bölümden çok etkilenmiştir.

Çok güçlü Hamparsum notası bilgisi bulunduğundan, gerek Ankara Radyosu’ nda, gerekse İstanbul Belediye Konservatuarı’ nda çalıştığı yıllarda bu nota ile yazılmış eski külliyatlardan birçok eseri batı notasına çevirmiştir.

Refik Fersan, kuvvetli nazariyat bilgisi, usüllere hakimiyeti, eski makamların seyir ve karakterini çok iyi bilmesi nedeni ile, metin eserler bestelemiştir. Unutulmuş makamlardan olan selmek makâmını yeniden canlandırmış, hayli eser besteleyerek zenginleştirmiştir.

Bu bilgilerin ışığı altında bestelediği ve 49 makâmı içine alan bir de “Kar-ı natık“ı vardır. Büyük, küçük her formda eser veren Refik Fersan’ın saz ve sözlü eserlerinde geleneklere bağlı kaldığı görülmekle birlikte, az çok yeniliğe taraftar bir orijinalite sezilir.

Refik Fersan’ın çeşitli form ve nitelikte şu eserleri bilinmektedir: Rast ve Selmek makamlarında 2 Mevlevi Ayini, 2 ilahi, 2 sirto, 16 peşrev, 27 Saz Semaisi, 1 Medhal, 1 Kar-ı natık, 1 Karçe, 2 Beste, 1 Ağır Semai, 1 Yürük Semai, 6 Taksim plağı, 80 şarkı. Kendisi eserlerinin toplamının 400 olduğunu söylermiş…

Refik Fersan besteleri

Refik Fersan’ ın tavrını, tipini, tanbur icrasını Ruşen Ferid Kam’ın şu satırlarından dinleyelim isterseniz…..

“Rahmetli Refik Fersan, Tanburi Cemil‘in sanat dehasının ışığı altında yetişmiş en eski çıraklarından biriydi. Kendisinde ilk musıkî öğrenme, Tanbur çalma istidat ve kabiliyetini kaçınılmaz bir arzu ve heves, önüne geçilmez bir iştiyak haline getiren Tanburi Cemil Bey olmuştur.”

“Ben Tanburi Refik adını, delikanlılık çağlarının ilk yıllarında, hocazâdesi rahmetli Mesud’ dan işittim. Kendisini ilk defa 1921 veya 1927 yılında, Kadıköy Hale Tiyatrosu’ nda düzenlenen “Cemil Konser” inde gördüğüm bu ince insan narin yapısı, incecik boynu, siyah ve arkaya doğru taranmış gür saçları, dudağının yarısını kaplayan muntazam, biçimli kesilmiş bıyığı, daima gülen ve sevimli yüzü, bu yüzü aydınlatan pırıl pırıl zeki gözleri, kibar, zarif, mütevazı haliyle bende, beni kendine çeken içten bir alakanın ilk heyecanını uyandırmıştı.

Aramızdaki dostluk, yakınlık 1923 yılında kurulan “Cumhuriyet Devri” Darülelhanı’nda, şimdiki İstanbul Konservatuarı’nda başlamış ve uzun zaman sınırları içindeki sanat yollarında, konserlerde, radyolarda, masa çalışmalarında gölgesiz devam etmiştir.”

Refik Fersan kimdir

Refik Fersan, İstanbullu aristokrat bir ailenin çocuğuydu ve sadece mensup olduğu çevrenin müziğini yaptı. Osmanlı İmparatorluğunda en üst makamlara yükselmiş bir aileden geliyordu. Babasının ceddi, ikinci Selim devrinde silâhdarlık, yeniçeri ağalığı kubbe vezirliği ve üç kez sadrazamlık yapıp padişahın kızı Fatma Sultan’la evlenerek damadı da olan Siyavuş Paşa’ydı. (Ölümü: 1601)

Siyavuş Paşa’nın torunlarından olan dedesinin babası Hoca Kasım Efendi, Adapazarı’nda, Kasımlar kariyesinde şeyhlik etmiş, onun oğlu “Pehlivan Hoca” unvanlı Hoca Süleyman Efendi Şehzadebaşı’ndaki Emin Nureddin Mahallesi’nde imamlık ve şimdiki Belediye Sarayı’yla Bozdoğan Kemeri’nin arasındaki Burmalı Mescid’de hem imamlık hem hatiblik yapmış, dersiamlıkta bulunmuş, kazaskerliğe yükselmiş, 1268 yılında vefat etmiş, Burmalı Mescid Kabristanı’na defnedilmişti.

Hoca Süleyman Efendi, iki çocukluydu. Hatice Hayriye Hanımla Mehmed Şemseddin Bey. Hatice Hayriye Hanım, Konyalı Hacı Hafız Ali Hilmi Efendi’nin oğlu Mühendis Tevfik Bey’le evlenmiş, Hamdi isminde bir oğlu olmuştu.

Mehmed Şemseddin Bey (ölümü: 1894) Maliye Nezareti’ne girmiş, düyûn-ı müteferrika kalemi müdürü olmuş, yani bugünün borçlar idareciliği benzeri bir makama gelmiş, Burmalı Mescid’in imamet ve hitabeti de ailesinden intikal ettiği için uhdesinde bulundurmuş ve iki İzdivaç yapmıştı.

İlk izdivacından Tevfik Bey, yaklâşık otuz beş sene sonra evlendiği Makbule ismindeki bir Çerkeş kızından da yine bir oğlu, Ahmed Refik Şemseddin dünyâya gelmişti. Makbule hanımın kızkardeşi Hüsnümelek hanım, Abdülhamid sarayı intisab edip padişahın en yakınlarından olan Bolu’lu Lütfi Ağa ile evlenmiş, Lütfi Ağa’dan olan oğlu Faik Bey, aynı hükümdarın sarayında mabeyinciliğe yükselmişti ve İstanbul’un sayılı zenginlerindendi.

İşte, oğlu Refik daha bir yaşındayken kocası Şemseddin Bey’i kaybeden Makbule hanım, oğluyla beraber ablası Hüsnü-melek hanımın, daha doğrusu teyzesi olduğu Mabeyinci Faik Bey’in yanına taşındı. Ahmed Refik Şemseddin, böylelikle 19. asır sonu İstanbul’unun en aristokrat muhitlerinden birinde yetişti.

Çocukluğunda ve ilk gençliğinde ders aldığı ve herbiri bugün tarih kitaplarına geçmiş olan hocalarının isimleri bile, yetiştiği çevreyi net bir şekilde aksettirmektedir.

Edebiyatı Tevfik Fikret ve Ahmed Rasim‘den öğrenmiş, musikiyi Tanburi Cemil ve Leon Hanciyan‘la meşketmiş, o devrin en seçkin iki okuluna, Robert College ile Mekteb-i Sultanîye, yani Galatasaray’a devam etmiş, Galatasaray’ın hocaları sadece okulda değil, evine de gelerek ders vermişler, büyüdüğü konaklar ve yalılar sanatkârların, ilim adamlarının ve üst düzeydekilerin uğrak yeri, haftanın birkaç gecesinde toplandıkları bir meclis olmuştur.

Böyle bir ortamda doğup büyüyen kişinin, sanatla uğraştığı takdirde o ortama uygun eser vermesi, tabii bir neticeydi ve Refik Fersan için de aynı şey oldu. Bundan dolayıdır ki, Refik Fersan’ın musikisi, yetiştiği çevrenin zevk aldığı, yani aristokrat sınıfa hitab eden bir musikidir.

Teyzezadesi Mabeyinci Faik Bey’in kızı olan hayât ve sanat arkadaşı Fahire Fersan (doğumu: 1900) da, tabiatıyla aynı çevreden geliyordu. Annesi Şem’imır hanım Abdülmecid ve Abdülâziz dönemlerinde birçok nazırlıklarda bulunmuş olan Şefik Ali Paşa’nın oğlu Rıfat Bey’in dört kızından biriydi.

Faik Bey’den üç kızı olmuş, dördüncü çocuğu Fahire’ye hamileyken boşanmış ve çocuklar babalarının yanında büyüdüler. Şem’imır hanım’la Faik Bey’in kızlarından Fahire Fersan ve ablası Faize Ergin, sonraki yıllarda musikide isim sahibi oldular.

Refik – Fahire çiftinin musikiye başlaması, o zamanın aristokrat ailelerindeki bir geleneğin icabıydı. Çocuklara tahsillerinin yanısıra güzel sanatlardan herhangi biri, özellikle musiki öğretilirdi. Zaten Faik Bey’in yalısında yahut konağında sadece kızı Fahire’yle kuzeni Refik değil, bütün çocuklar, kalfalar ve cariyeler de musiki öğrenmekte, dersleri o devrin en usta hocaları vermekteydi.

Refik Fersan hayâtı

Konakta, kalfalardan oluşan bir saz takımı bile vardı. Derslerin şekli de bir âlemdi… Hoca, Tanburî Cemil bile olsa, eğer talebe erkek değilse, asla yalnız bırakılmaz, Faik Bey’in kızlarına ders verirken haremağaları salonun bir köşesinde elpençe emre müheyya dururlardı. Refik Fersan Bey ise, delikanlılık yıllarında artık Cemil’in evine gitmeye başlamıştı.

Konağın faytonlarından biri hazırlanır, “küçükbey” yüzü gidilen yöne bakacak şekilde faytona kurulur, karşısına bîr haremağası yahut lala geçer, Sineklibakkal’daki eve gelindiğinde faytondan inilir, küçükbey önden yürür ve tanburunu arkadan gelen lala taşırdı…

İstanbul’un en zengin ailelerinden birine mensup olmalarına ve böylesine rahat bir hayât içinde yaşamalarına rağmen, Refik – Fahire çiftinin 1917 yılından sonraki hayâtı, çocukluk ve ilk gençlik yıllarındaki refahın tam tersi oldu. Bazen sıkıntı çektiler, bazan da kıt kanaat yaşadılar. Ailenin reisi Faik Bey, servetini nakde Rus ve Alman paralarına çevirmiş, her şeyini Avrupa bankalarına transfer etmişti.

Almanya’nın savaşta yenilip iflâs etmesi ve Rusya’da patlayan 1917 Ekim Devrimi, her iki parayı pula çevirmiş, eski mabeyincinin muazzam serveti kül oluvermişti. İşte, Refik – Fahire çiftinin bir zamanlar aristokrat aile gelenekleri icabı başlatıldıkları musikiyi sonradan meslek edinmelerinin sebebi de, bu geçim derdidir.

Sefalet çekmemiş ama hiçbir zaman müreffeh bir hayât da sürmemişlerdir. Hatta Refik Fersan Bey’in günlüklerinde, “Kış yaklaşıyor, kömürümüzü hâlâ alamadık…” gibisinden cümlelere seneler boyunca rastlanır… Biraz olsun rahatlamaları için 1950’li yılları beklemeleri icap etli. Ankara’dan İstanbul’a naklettiklerinde Maçka Palas’ta kiraladıkları bir daireye yerleştiler ve ilk evlerine de o yıllarda sahip oldular.

Önce o sırada yeni yapılmaya başlayan Levent’de müstakil bir ev alındı, derken Etiler’de 60 metrekarelik bir çatı katına yerleştiler. Refik Fersan, hatıratını 1938 ile 1950 yılları arasında yaşadığı Ankara’da kaleme almıştır. İfade ve hatıratta bahsi geçen olaylar, bunların 1940’ların sonunda yazıldığını gösteriyor.

Hatıratın birkaç yıllık bir aradan sonra yeniden ele alındığını Refik Fersan’ın elyazısı müsveddelerinden anlıyoruz. (Murat Bardakçı – Refik Fersan ve Hatıraları – Mart 1995 Pan Yayıncılık) (Kendi kaleminden, anıların önemli bir bölümü buraya alınmıştır.)

Doğumu, çocukluğu ve ilk gençlik yılları

Şehzadebaşı’nda doğduğum evi, bahçesindeki armut ağacını ve iki-üç yaşında iken yaptığı yaramazlıklarımı hayal meyal hatırlarım. Çocukluk bu… İçleri mavi, kırmızı, sarı rengârenk başlıklı kibritlerle dıştan yine rengârenk resimlerle dolu küçücük bir sandık veyahut üstüvane şeklinde kibrit kutularını, kırmızı boyalı yuvarlak tenekeden uslu kapaklı pudra kutularını, Beyoğlu’ndaki Pazar Alman veyahud Bonmarşe’nin en güzel oyuncaklarına tercih ederdim.

Burmalı Mescid karşısında ikamet eden Bahriyeli Lütfi Paşa’nın benden iki yaş kadar daha büyük olan oğlu annesiyle sık sık bize gelirler, gizlice elimize geçirdiğimiz dolu bir kutunun kibritlerini yakar ki sofada birer birer yakar ve yakdıklanmızla duvara nakışlar işler, boş kalan kutuya yalancı san paralar ve sigara kâğıdının kaplarını doldurarak birer ip takar ve sofanın bir basından diğer başına kadar çeker, oynardık.

Annem, bir tanesi olduğum için beni mazur görür, bu yaramazlıklarımı yetimliğime bağışlardı. Üzüleceğini, ağlayacağım, hastalanacağım diye ödü kopardı. Anneciğime rahmet olsun! Henüz bir yaşında iken, 1310 (1894) senesinde yetim kaldım. Merhum babam Şemseddin Bey’i maateessüf hayal-meyal olsun tanıyabilme şerefinden mahrumum.

Kendisiyle muarefesi olanlardan elyevm tek tük berhayât bulunanlar, merhumdan bahsettikleri zaman aradan bu kadar sene geçmesine rağmen bugün rahmet-i rahmana kavuşmuş gibi ağlarlar. Fevkalâde mütevazı, cömertliği, İlim ve fazl ve kemâiâtıyla leravet, zerafet, nezaket ve asalet timsali olduğunu yana – yakıla anlatırlar. Hayâtta ağzından kötü bir kelime sadır etmemiş, bir karıncayı İncitmemiş, beş vakit namazım kaçılmamış, kelâm-ı ilâhiyi ağzından eksik etmemiş!…

Kendisi Maliye Nezareti’nin yüksek erkânından olmasına rağmen, Burmalı Mescid’in imamet ve hitabetide büyük pederim Sultan Mescid’in dersiamlarından “Pehlivan Hoca” lakabıyla anılan Kazasker merhum Hoca Süleyman Efendi’den müntakil olduğundan, her sene ramazan-ı şerifin yirmi yedinci gecesi Burmalı Mescid’de imamet mevkiine geçer, namaz kıldırırmış.

Kendisinin senede yalnız bir kere namaz kıldırdığım bilen kadın ve erkeklerden müteşekkil cemaat-i müslime, camiin on saflarında kendilerine yer te’min edebilmek için, hemen iftarı müteakib fevc fevc küme halinde cami-i şerife akın ederlermiş.

Merhumun o kadar güzel sesi varmış ki, Kur’ân-ı Kerîm okudukları zaman bütün cemaati hıçkırıklarla ağlatır, en katı yürekleri hile kendinden geçirtir, gasyedermiş. Hatta cadde üzerindeki eczacı “Fotaki” köşe başındaki diğer eczacı “Lefter” ve civardaki kalaycı ve işkembeci vesair Hıristiyanlar da hürmet ve sevgi ile kentlisinin mahbubu bulunduktan bu güzel insanın yanık sesini dinleyebilmek için mübarek Leyle-i Kadir’de dükkânlarını çıraklarına terkedip camie şilâhân olurlarmış.

Hâsılı kendisi hâfız-ı kelâm, edebiyat-ı Arabiyye ve Farisî’ye ve gayrimütedavil makamlarda bestelediği elimizde mevcud birkaç eseriyle de anlaşılacağı veçhiyle ilm-i musikiye (anı manasıyla vakıf, bihakkın “efendi” bir zât-ı muhterem imiş. Allah ganî ganî rahmet eylesin, nur içinde yatsın, amin.

Merhum bestekâr Enderûnî Hafız Hüsnü ile Hâfız Yusuf, pederim merhumu çok iyi tamamlamış ve eserlerini kendisinden meşketmişler. Bu eserleri, onlardan dinleyerek notaya aldım. Bir nebze de, büyükbabamdan bahsedeceğim. Büyükbabam, cennetmekân Sultan Mahmud ve Sultan Mecid’in dersiamlarından Siyavuş Paşa ahfadından Pehlivan Hoca Süleyman Efendi, 105 yaşında, 1285 yılında vefat etmiştir.

Takriben 30 sene evvel, 102 yaşında vefat eden Aksaray’ın meşhur “On ikililerinden” kendi Kürd, lâkabı “Artıp” Abdullah Paşa, avanesinden iki külhanbeyi arkadaşıyla büyükbabam arasında geçen bir vak’ayı bana şöyle tasvir etmişti: “Bir akşam, alaturka saatle on ikiye doğru, arkadaşlarımdan Arif ve Kerimle birlikte Hoşkadem Yokuşu’nda Şehzadebaşı’na çıkarken, köşe basında gayet şık feraceli, endamlı iki kadına tesadüf ettik. Yanlarında bir de acuze vardı. Bizim işimiz gücümüz zaten kadın avcılığı. Fakat namuslu kadınların hamisi olduğumuzu unutma.

Kadınlar bizi görünce, adeta koşarcasına kaçmaya haşladılar. Ben arkadaşlardan ayrıldım, bunlara yetiştim, bir lâf attım… Kocakarı müdahale etti ve şemsiyesini kafama indirdi. Kadınlardan biri ahenkli sesiyle bir aile kadınının ağzına yakışmayacak derecede galiz bir küfür savurdu. Sesi, kendisinin yüksek tabakadan aşüfteler olduğunu isbata kâfi idi. İkinci bir şemsiye darbesine hazırlanan kocakarının suratına elimin tersiyle indirdim, avazı çıktığı kadar “Cankurtaran yok mu?” diye bağırdı ve diğer kadınlar da bağırmaya başladılar.

O anda karşımıza kelli felli, uzun boylu, yaşlı bir zat peyda oldu ve: Bu hanımlardan ne istiyorsunuz? Utanmıyor musunuz? Defolun buradan! diye bağırdı. Kadınlar: Aman efendi hazretleri, ocağına düştük. Bizi bu şerirlerden kurtar! demeleri üzerine, efendi tekrar bize hitab’en. Size defolun diyorum.. Allah bilir, ayağımın altına alır, topunuzun pastırmasını çıkarırım! demesin mi?

Bizim gibi İstanbul’da duman attırmış, ipten kazıktan kurtulmuş anlı şanlı “On İkililere” böyle hitâb edilir mi? Kabadayılık damarlarımız kabardı, üçümüzün de beynine kan sıçradı, artık kadınları unuttuk… Kim olursa olsun bu efendinin ağzının payını vermek icab ediyordu. Üçümüz birden: Bize defolun diyecek bir ağzı kulaklarına kadar yırtarız. Bize “On İkililer”derler. Haydi, kadınları bırak, sen defol yoksa… dememize kalmadı, ân-ı vâhidde kulağımın dibinde tabanca gibi bir şey patladı. Kulaklarımın zarı patladı zannettim. Gözlerimde şimşek çakmasıyla kaldırım üzerine yuvarlanmam bir oldu.

Üst tarafı bilmiyorum. Aklım başıma geldiği zaman, kendimi karakolda buldum. Şöyle bir etrafıma baktım, arkadaşlardan Arif hâlâ baygın yerde yatıyor, Kerim’in kafası patlamış, gözleri kan çanağı gibi yuvalarından fırlamış baygın bîr halde… Kendimi bir türlü toparlayamıyorum. Buraya nasıl düştük? Ne olduk! Arkadaşlara ne oldu? Yavaş yavaş aklım başıma geldi. Arif de ayıldı. Biz kolağasının odasına aldılar. Kolağası’nın yanında oturan efendi hazretlerini görür görmez, büsbütün aklım başıma geldi. Hemen ellerine, ayaklarına kapandım. Yüzüme, gözüme sürdüm. Arkadaşlar da benim yaptığımı yaptılar. Gayet merhametli olan Süleyman Efendi: “Köftehorlar, sîzi affediyorum. Bir daha bu mahalleye ayak basmayacaksınız!”

Masanın üzerinde duran Arifin saldırmasını göstererek, Allah’dan korkmadan şu hançerle üzerime hücum ettiniz. Velev hafif meşreb de olsalar, kendilerini sıyanet etmekten aciz hatun kişilere sokak ortasında taarruz etmek sizler gibi namuslu kabadayıların şanına yakışır mı? İşte dersinizi aldınız. Birer tokatla hepinizi yere serdim. Bu cezayı kolağası efendi de kail buldu, sizleri ona da affettireceğim. Defolun karşımdan, bir daha sizi gözüm görmesin… dedi. Hepimiz tekrar ellerini, ayaklarını öpüp huzurundan ayrıldık.

Şu anda şöyle bir düşündüm, üç-dört yaşındaki sahavet (çocukluk) günlerim gözümde tecessüm etti. Gerçi baş ağrıtmaktan başka bir işe yaramaz ve saaded harici ise de, yine kendimi alamıyorum. Mabeyinci Faik Bey’in validesi teyzem Hüsnümelek hanımın Sermnsahib-i Hazret-i Şehriyârî Lütfı Bey’le evlendikleri, oğlu Faik Bey’in doğduğu ve annem Makbule Hanım’ın babam Şemseddin Bey’le evlendiği Şehzadebaşı’ndaki konağımızda, 1309 (1893) senesinde dünyâya geldim.

Onun için, bu konağa “ailemizin ilk saadet yuvası” denilir. Mevkiini, eski Şehzadebaşılılar’ın hepsi bilirler. Şehzadebaşı Karakolu’ndan Saraçhane Caddesi’ne doğru giderken sağda köşe başında, çocukluğumda daima bardak şekeri, kutu macunu, badem ezmesi ve o tarihlerde tanesi beş paraya satılan İncecik çikolata vesair şekerlemeler almak üzere uğradığım Şekerci Ömer Efendi’nin dükkanı vardı. Ömer Efendi şişman, top sakallı,göbekli, güler yüzlü bir adamcağız idi. Dükkânın önünden geçerken:

– Buyurun küçük beyimiz diye benî davet eder, dadım ve lalamla birlikle girer, alacaklarımızı alırdık. Dadım beni ekseri karşı köşe başındaki Bukağılı Dede’nin türbesine götürür, türbeden yeşil sarıklı, nur yüzlü zata “nazar değmesin diye” okutur, üfletirdi. Cadde üzerinde bir berber dükkânı vardı ki, ayni zamanda dişçi idi.

Bu dükkânın camekânında tesbih gibi iplere dizili bir sürü azı dişlerinden ve karayılan gibi simsiyah kerpetenlerden ödüm kopar, hep karşı taraftan geçerdim. iki dükkân sonra, babamın adamlarından meşhur muhallebici Ahmed Ağa’nın dükkânı ve bunun tam karşısında ufacık bir meydancık ve büyücek bir kahvehane vardı.

Ramazan-ı Şerif de, bu kahvede Karagöz oynatılırdı. Karagözcü meşhur Hakkı Necib eski İstanbul Opereti sanatkârlarından bu kahvede ben küçücük iken senelerce Karagöz oynatmış idi. Ramazanda ekseri geceler gider, seyrederdim. Bu meydancıkta bir de su terazisi vardı. Bizim konağımızın bahçe kapısı, bu terazinin tam arkasında idi.

Evin asıl harem kapısı, arkadaki Taşmektep sokağı’nda idi. Burası, şimdiki İstiklâl Lisesi’nin bulunduğu sokaktır. İttisalimizde Şekerci Udî Cemil Efendi merhumun kayınpederi meşhur Bektaşi Nuri Baha’nın, onun ittisalinde de Doktor Kadri Raşid Paşa’nın pederi Raşid Paşa’nın evi vardı.

Baba dostumuz olan bu iki aileyle sık sık görüşürdük. Nuri Baba, Mehmed Ali Baha’dan evvel Merdivenköy Bektaşi Tekkesi’nin babası idi. Gayet şişman, fevkalâde eh l-i dil, daima gülen çehresiyle, top sakalı ile bugün gibi hatırımdadır. Her geldiğinde, bana bir oyuncak getirirdi.

Damadı bestekâr udî meşhur Şekerci Cemil Efendi’nin o devirde büyük bir şöhreti vardı. Şehzadebaşı’nda gayet süslü bir dükkânı vardı ki alafranga şeker ve şekerlemelerini kibar aileler bu dükkândan tedarik ederlerdi. Babam henüz hayâtta iken Şekerci Cemil efendi ve kayınpederi sık sık bize gelirler ve musiki alemleri yaparlarmış. O devirde şöhret bulan kemence üstadı Vasilâki‘yi, bazen Kemani Tatyos‘u da davet ederlermiş.

Fasılcılar, meddahlar

Bu evden Beşiktaş’taki konağa naklettiğimiz zaman, ben üç yaşında idim. Biz çıktıktan sonra, dadılarımızdan çerağ çıkan birini bu eve yerleştirdik. Ramazan aylarında dadımıza misafir gider, iftardan sonra Durmalı Mescid’e teraviye giderdik. Babamın ilk zevcesinden dünyâya gelen benden 35 yaş büyük ağabeyim Hafız Tevfîk Bey, bu camiin hatib ve imamı idi.

Gayet saf, temiz kalpli, tatlı dilli, nazik bir zat olan ağabeyimi çok severdim. O da beni taparcasına severdi. Teraviden sonra sarığını ve cüppesini camide çıkarır, dolaptan redingotunu ve paltosunu giyer, beni ya Kel Hasan’a, Şevki’ye veya Meddah Aşkî’ye, Karagöz’e veyahut Şems’deki Kemani Memduh’un, Feyziye Kıraathanesi’ndeki Kemanı Tatyos’un İdaresindeki saza götürürdü.

Hasan “Âşıklar”, “Firaklı Nağmeler”. “Rüyada Taaşşuk”, “Para Dolabı” piyeslerini oynadığı zaman, mutlak oraya giderdik. Hele Kanbur Mehmed’in bir perdelik komedyasına bayılırdım. “Âşıklar”da mühim bir rol alan ağabeyimin refikası yengemin akrabasından Miralay Vasıf Bey merhumun mahdumu Rafet Bey’i Kel Hasan ile bir sahnede görenlerden sağ kalan var ise, kahkahadan yere serildiklerini pekâlâ hatırlarlar.

“Rüyada Taaşşuk”da Hasan sanki ziyafet veriliyormuş gibi ortadaki boş bir masanın etrafına boş sandalyeler dizer, bu sandalyelerin her birine “Buyurun efendim” diye yerden temenna ederek iltifatlarla boş sandalyelere oturturdu.

Diğer taraftan mükemmel incesaz heyeti varmış gibi kendi kendine hazin sesiyle Ahmed Rasim’in gençliğinde bestelediği “Çare bulan olmadı bu yâreye” şarkısını söyler, nakarata ve meyana geçerken aranağmeleri keman, ud, kanun, def çalıyormuş gibi iki eliyle işaret ederek ve ağzıyla: “Kiv kivi de kiv kiv… Zop zopa da zop zop… dirn dimi de dim dim…” Hele “Caftara da cafcaf…” diye taklid etmesine bayılırdım.

Seneler sonra bir akşam, Şehzadebaşı’nda “On İkiler”den Arap Abdullah Paşa’ya tesadüf ettim, sahnenin yanındaki locamıza onu da davet ettim. Bu adam, o zaman hemen doksanını mütecaviz bir yaştaydı. Bir perdelik komedi ve kantolardan sonra,Hasan sahnede arz-ı endam eder etmez, etraftan alkış koptu.

Hasan meşhur tekerlemelerine başlar başlamaz, Arap Abdullah tabii ne söylediğini işitemediği için bize soruyordu: Ne dedi? Biz de sağ kulağına bağırarak ne söylediğini anlattığımız zaman, “kel” kelimesini “kal” gibi telâffuz ederek, Vay kel p… Vay kerata!… Aferin koca oğlan… Yaşa be Kel Hasan!..” diye bağırıyordu. Bu hali sezen Kel Hasan ne söyleyeceğini şaşırıyor, bütün halkın gözleri bizim locaya çevrilmiş, Hasan’dan ziyade Hasan’ı ağız dolusu küfürlerle takdir eden Arap Abdullah Paşa’yı alkışlıyorlardı.

Perde kapandıktan sonra, pek müşkil vaziyette kalan zavallı Hasan Efendi bizim locanın kapısına geldi. Arap Abdullah’a kendisini sezdirmeden, bana: Aman Refik Beyefendi ayaklarınızı öperek rica ederim, şu sağırı defedin. Aksi halde oyunu oynayamayacağım. Diye bildirmiş idi.

Adamcağızı nasıl kovabilirdim? Başımın ağrısını bahane ederek, bu güzel oyunu terkettim. Tabii, Arap Abdullah da bizi takip etti. Bu vak’adan birkaç gün sonra, bir Ramazan günü Arap Abdullah Direklerarası’nda bir çayhanede oturuyor.

Vezneciler Hamamı köşesinden Şehzadebaşı Karakolu’na kadar cadde üzerinde rengârenk ve en pahalı kumaşlardan yapılmış feracelerini giyip yaşmaklarını takmış sultan ve saraylıları, Vükelâ hanımefendilerinin râkib oldukları ipek perdeleri yarıya kadar İndirilmiş sülün gibi yağız, al, kır atlı landolan, konak arabalarını ve burma bıyıklı şık zadeganı taşıyan faytonları, caddeyi bir baştan bir başa tavaf ederek mekik dokuyanları seyrederken, Hasan Efendi de geniş yakalan san samur kaplı kürklü meşhur paltosunu giymiş ve kendi kullandığı maruf arabasına kurulmuş, piyasaya katılarak bir aşağı, bir yukarı devran ediyormuş.

Arap Abdullah Hasan Efendi’yi vüzeradan filânca paşanın oğlu zannetmiş ve önünden her geçişinde sandalyesinden ayağa kalkarak “Allah ömrü alîlerini müzdad buyursun velînimetzadem” der ve yerden kandilli bir temenna çakarmış. Çayhanede bulunanlar, Hasan Efendi hakkında Arap Abdullah Paşa’nın bu minnettarlığının neden ileri geldiğine hayret ederlermiş. Hasan Efendi tekrar önünden geçerken Arap Abdullah bir daha kemâl-ı ta’zimle yerden selâm vermiş. Yanındaki masada oturan bir zat. dayanamamış:

Paşam, Hasan Efendi hakkında bu büyük minneddarlığınızın esbabını merak ediyoruz… Hangi Hasan Efendi? Kimden bahsediyorsunuz? Benim selâm verdiğim zat… Paşazadedir!… Hayır, yanılıyorsunuz. Gerçi siması biraz andırır ve o zata benzer ama, sizin selâm verdiğiniz oyuncu Hasan Efendi’dir. Vay p…! Şimdi ben ona gösteririm!..” diye yerinden fırlar, üzeri yan açık, kendi kullandığı arabaya sokulur ve kürkünün yakasına yapışır: Ulan Kel Hasan, sana yerden selâm verdiğimi görmedin mi?” Zavallı Hasan Efendi şaşkın şaşkın: Gördüm Paşam… Bir kusurda mı bulundum? Neden “Ben Kel Hasan’ım” demedin? Aman Paşam, göğsüme yafta mı asayım? Sizin selâmınıza bendeniz de mukabele ettim… Hayır! Ben selâm verdiğim zaman, sen hemen arabadan atlayarak gelip “Afedersiniz… Ben filanca değilim. Kel Hasan’ım’ diyecektin… Şimdi seni pataklayayım mı?…”

Zavallı Hasan Efendi Arap Abdullah’ın elinden kurtuluncaya kadar akla karayı seçmiş. Şu yukarıda arzettiğim iki fıkra, o devrin en nam-ı dar komiği Hasan Efendi’nin şahsına ve san’atına karşı tecavüzden başka ne olabilir? Yalnız yıldızların hafif ziyası salonu aydınlatırdı. Cemil merhumun idaresi altındaki musiki heyeti, haftanın iki gecesinde bu salonda konserler verirler ve rengârenk ziyalar altında içilen meylerin tesiriyle san’atkârlar bir kat daha neş’elenirler, ağlarlar ve ağlatırlar, gülerler, güldürürlerdi.

Cemil’li geceler

Bir akşam yine bu salonda ve yine bu elvanlı ışıklar altında Cemil merhumun idaresindeki hey’et-i musikiye konser veriyordu. Zamanın vükelâsı ve saraya mensup mabeyincileri davetliydi. O ara bir gün evvel Fransa’dan avdet eden Sultan Hamid’in kuyumcu başısı Jak Harunaçi, yanında sülün gibi uzun boylu bir Fransız kızıyla salona giriyorlar.

Jak, Paris’le iken bu güzel kızı görmüş, sevmiş ve kendisine nikah etmişti. Tanburî Cemil’den kemence ile bir taksim ve tanburla Tahirbuselik Peşrevi’ni rica ediyorlar. Cemil merhum, kemençesiyle taksime başlıyor. Tıs yok, herkes mest, hayran, Cemil’in harika nağmelerini dinliyorlar. Cemil’de öyle bir tuluat var ki, bu akşam o güzel kadının karşısında hakikaten harikalar yaratıyor.

Hatta, taksimin arasına bazan garp nağmeleriyle ufak bir vals uyduruyor ve derhal yine kemâl-i maharetle taksime geçiyor. İlk defa olarak alaturka musikiyi ve Cemil’i uzaktan dinleyen ve hiçbir şey anlamadığı için alâka göstermeyen bu güzel kadın, bilâihtiyar diğer sâmiîn ayrılarak Cemil’e yaklaşıyor ve karşısında mest olmuş gibi, ufacık sazının telleri üzerindeki parmaklarına güzel gözlerini dikmiş bakıyor.

Kadın, göz yaşlarıyla Cemil’in karşısında bir sandalyeye kendini atmış, bu ufak saplı acayip sazda ne gibi maharet, ne gibi bir sürpriz yapılabileceğine hayran, takip ediyor. Cemil taksimi ikmal ediyor ve alkışlar arasında tanburunu alarak Tahir buselik Peşrevi’ne başlıyor. Dördüncü haneyi o kadar süslüyor ki, hepimiz hemen her zaman Cemil Bey’den dinlediğimiz, bu peşrevde, tanburda kabil-i icra olamayacak derecede müşkil olan bu nağmeleri hiç işitmediğimiz için, bu harika karşısında kendimizi adeta kaybettik.

Peşrev biter bitmez bu güzel kadın yerinden fırladı, Cemil’in boynuna sarıldı, ellerini öptü. Cemil merhumun bu esnadaki mahcub ve mütevazi hali tasvir olunamaz. Bulunan davetliler bizzat bu muhterem eli sıkmak için bekliyorlar, bir tarafdan da kendinden geçmiş bu güzel kadının halini tedkik ediyorlardı. Kadıncağız, adeta kendini kaybetmiş bir halde, hemen kocasının Paris’te nişan yüzüğüyle birlikte taktığı kıymetli bir yakın bileziği çıkartarak, Fransızca:

“Kocamın bana ilk verdiği en sevdiğim hediyesi bu yüzüktür fakat bu bana lâyık değil bu, sizin parmaklarınıza lâyıktır.” diyerek bu kıymetli yüzüğü Cemil’in parmağına güzel elleriyle takıyor ve bu parmakları öpüp yüzüne gözüne sürüyor. Yukarıda arzettiğim gibi koyulu-açıklı, lâciverdli-turunculu ziyalar altında cereyan eden bu tablo o kadar âşıkane, o kadar ilâhi idi kî, üzerinden kırk bu kadar sene, yani yarım asra yakın bîr müddet akıp geçtikten sonra da, hâlâ gözümün önündedir.

Yine Weinberg, bir fonograf makinesini kulaklıklarıyla birlikte ilk defa olarak bize getirmişti. Fonografla beraber marşlarla, valslerle ve o zamanın modası ola parçalarla doldurulmuş birkaç kovan da gelmişti. Ben o vakit ancak altı-yedi yaşındaydım. Bu makinenin bîr de alıcı makinesi ve yanında birçok boş kovanı vardı. Cemil merhum, kemence ile Tahirbuselik Peşrevi’ni ve tanburla da birkaç taksimini hususi olarak bu plaklara doldurmuştu. Plaklar bozulmamaları ve aşınmamaları için, içleri kaim pamuklu pazen döşeli yuvarlak kutularından üzerlerindeki çizgilere temas etmeden kemâl-i itina ile yavaşça çıkarılıp fonograf makinesindeki yerine yerleştirilirdi.

Bir lastik boruyla merbut olan kulaklığı iki – üç kişi de ayni zamanda dinleyebilirdi. Bizlere, küçük olduğumuz için makineye ve plaklara el sürdürmezlerdi. Bazan kimse görmeden gizlice salona gider, hemen Cemil’in doldurduğu kovanların birini makineye bakar, kelebek şeklindeki anahtarını çevirerek kurar ve kulaklıkları takarak dinlerdim.

Bir gün yine makineyi böyle hırsızlama kurarken, salona harem ağalarından biri giriverdi. Beni cürmümeşhud halinde yakaladığı zaman ödüm koptu. Fakat Arab’ı çabucak kandırdım. Kulaklıklardan birini Arab’a taktım. Bu iltifatıma seviniverdi!. Cürümde ortak olduğundan ağzını sıkı tuttu, “velînimete beni jurnal etmedi.”

Refik Fersan’ın tanburla ilk tanışması

“321 (1905) tarihinde, 12 yaşında iken Tanbura başladım. Cemil merhumun Bayezid’de Usta Vasil’e benim için ısmarladığı küçücük tanburun perdelerinde mevcut sesleri daha ikinci derste gayet kolaylıkla, temiz olarak çıkardım ve notayı öğrendim. İkinci derste Cemil kendisine vermiş olduğum derse hayran oldu ve derhal Baytar’ın Gülizar Peşrevi’nin bir hanesini yazdı.

Esasen öteden beri bir çok peşrev ve şarkıları her gün dairemizdeki fasıllardan işite işite kulağım dolu olduğundan bu peşrevi çabucak notadan çıkardım. Hatta rüyamda bile bu eseri meşk ettim. İki gün sonra derse gelen Cemil Bey’e peşrevi ateş gibi arızasız çaldığım zaman merhumun gözlerinden yaş aktı ve bila ihtiyar alnımdan öptü.

Haftanın muayyen günlerinde üstat Cemil’den aldığım tanbur derslerini hazırlayabilmek için ancak gece yarısından sonra vakit bulur, herkesle beraber yatmaya gider, oda kapısını kapar, ev halkının derin uykuya daldığına emin olduğum bir saatte, yatağımın yanındaki dolabın üstünde yanan gece kandilinin sönük aleviyle şamdanı yakar, notamı da muma yakın bir yere yerleştirdikten sonra, tanburun sesinin aksetmesine mani olmak için tellerinin arasına pamuk sıkıştırır ve bir saat kadar dersime çalışırdım.

Altı ay zarfında sırası ile Yegah, Hicazkar, Hüzzam, Tahir buselik, İsfahan, Uşşak, Hicaz, Mahur, Nihavend, Rast, Acem aşiran, Şevk-efzâ, Segah, Beyâtî arabân, Sûz-i dîlârâ, Evcara, Ferahnak, Ferahfeza, Şedaraban, Muhayyer, Beyâtî, Saba, Dügah, Hüseyni, Karcığar fasılları, peşrev, beste, semai ve şarkılarıyla mükemmel olarak meşk ettik.

Halbuki evdeki fasıl takımı henüz beş fasıl geçebilmişti. Bizim kalfalardan iki sene sonra musikiye başlamama rağmen onlardan çok ileride idim. Bütün bir faslı, diğer birçok derslerime rağmen bir haftada çıkarabiliyordum. Notam gayet kuvvetliydi. Hiç bilmediğim bir eseri ne kadar güç olursa olsun, bir nazarda hakkını vererek ve tanburu da notaya bakarak kolaylıkla çalabiliyordum. Bilhassa Hamparsom notasıyla bilmediğim eserleri çok sür’atle, yanlışsız olarak yazabiliyordum.

1323 (1907) senesînde Bebek’teki yalımızın bâirâde-i seniyye (hükümdar emriyle) Sultan Hamid’in kızı Ayşe Sultan’a teyzezadem tarafından hediye edilmesi üzerine, Göztepe’deki Rıdvan Paşa Köşkü veresesinden satın alındı ve oraya naklettik. Yine hocalarımıza devam ediyor ve derslerimi kemal-i dikkatle ve zevkle takib ediyordum.

Bestelediğim eser Kürdîlihicazkâr makâmından, Fuzulî’nin “Beni candan usandırdı, cefâdan yâr usanmaz mı?” gazelidir ki, 1324 (1909) senesinde bestelenmiştir. İkinci eserim, yine aynı tarihe tesadüf eder: Arapça ile Fransızca karışık bir eser olan “Pour l’amour cemaıek madame…”. Daha beş-on parça şarkı ile Şehnaz buselik Peşrevi de vardır.

Bu bir buçuk senelik Mısır seyahatini de burada kesiyorum. Çünkü hatıralarımı tam yazacak olursam, belki yüz sahifeyi tecavüz eder. Mısır’dan sonra 1326 yılında (1910) İstanbul’a, yine Göztepe’deki köşkümüze avdet ettik. Yine Cemil merhuma, muhterem hocama kavuştum. Bendeki terakkiye,eserlerim deki muvazeneye hayran oldu.

Haftanın muayyen günlerinde geliyor, birlikte musiki sohbetlerimize, ahenklerimize devam ediyorduk. Refikam Fahire ki -benim ayni zamanda yeğenimdir- o zaman 10 yaşında idi. Cemil Bey’den kemençeye başladı. Fevkalâde istidadli olduğundan, birkaç ay zarfında eserler ve fasıllar geçiyordu.

27 Kânumevvel 1327’de (1911) nikâhımız kıyıldı, 1329 yılında (1913) evlendik ve Sahrayıcedid’de beyaz kuleli, güllük – gülistanlık içinde gayet güzel bir köşk satın aldık ve yuvamızı kurduk. Bu köşkümüz bir musiki mahfili idi. Leon Efendi hocamız bize devam ediyor, gayrımütedavil kârları, besteleri, hatta ayinleri usulleriyle meşkediyor, haftanın muayyen günlerinde Cemil merhum da geliyor, yine kemafissabık (eskisi gibi) meşkimize devam ediyorduk.

Enderun! Hafız Hüsnü de haftada iki defa gelir ve kendisine has üslûp ve edasıyla okur, bizleri gaşyederdi. Bazan da, henüz o zaman iştihar eden Nevres gelirdi. Hakikaten, başlı başına bir alemdi… Yalnız Cemil Bey ne Leon’dan, ne Hafız Hüsnü’deri ve ne de Nevres’den hoşlanmazdı, bunların hiçbirini evine sokmaz idi.

Binaenaleyh Cemil Bey’in geldiği geceler Gazi Osman Paşazade Cemal Bey, çok genç yaşında vefat eden ve çok güzel sesli bir arkadaşımız olan Göztepeli Ferid Paşa’nın akrabasından Şefkatîzade Nadircik, yine güzel sesli komşumuz eczacı mektebi talebesinden Muzaffer -ki şimdi Ankara’da Sebat Eczahanesi sahibidir- ve eski vükelazadelerden bazı arkadaşlarımız bulunurlardı.

Nevres’in bulunduğu gecelerde de ayni bu zevat teşrif ederlerdi. Fakat Leon ve Hafız Hüsnü’nün gecelerinde sazlarımızı biz çalardık, bazan da Suphi Ziya Bey refikasıyla gelir, bu alemlerimize iştirak ederdi… Bu kısmı da muhtasaran geçiyorum…”

Cemil Bey merhum

Adile Sultan’ın eski saraylılarından olan validesi, üstadım Cemil merhumu, henüz çocukluk çağlarında iken, bayram ve kandillerde sultanın Kandilli civarındaki yalısına götürürmüş. Adile Sultan’ın sarayında, büyük bir cam dolabın içine her türlü garb âlât-ımusikiyesi yerleştirilmiş imiş. Üstüvane şeklinde çivilerle notaları tesbit olunmuş bu rulolardan iki tanesi Tahirbuselik Peşrevi’nin dört hanesini muhteviymiş.

Bunlar yerlerine konulup bir manivela ile kurulduğu zaman, camekânın içindeki musiki aletleri otomatik bir surette, Tahirbuselik Peşrevi’ni armonili olarak çalarmış. Cemil merhum, çok sevdiği bu eseri dinleye dinleye ezberlemiş, bilâhare tanburunda kendi üslubuyla çalmaya başlamış.

Pederi, amcası ve büyük biraderi ile Bebek’teki meşhur Yılanlı Yalı’nın sahibi üstad-ı musiki ve neyzen Hacı Muhib Remzi Bey’i ziyaret ettikleri zaman mecliste bulunan o devrin musiki muhiblerine Tahirbuselik Peşrevini ilk defa Alarak dinletmiş ve bütün samimi hayran bırakmış. Cemil bilâhare, Faik Bey’in yalısında davetli bulunan vükelâya da ayni peşrevi dinletmiş, birkaç sene sonra Faik Bey’in dalâletiyle Cemil merhum bâirâde-i senide saraya davet olunarak, padişah huzurunda bu peşrevi çalmıştı.

Türk Musikisi’nden zevk almayan Sultan Hamid de tebrik ve takdirinden maada İkinci rütbeden Osmanî nişanı, mütemayiz rütbesi ve bin seksen kuruş -ki tam on altın lira ederdi- maaşla ayda bir defa zahmet edip gidip aylığım almak üzere Hariciye Nezareti Umur-‘ı Şehbenderi Kalemi Başkâtipliği ve ayrıca kırmızı atlastan bir kese içinde üçyüz altın ile taltif buyurmuştu.

Padişah’ın büyük iltifatına mazhariyeti bu muhterem üstadımızın hüzünlü çehresine neş’e getirmişti. Çocuk gibi seviniyor, gözlerinin içi gülüyordu. Bu hadiseden bir gün sonra derse gelen Cemil merhum, Tahirbuselik’e nazire olarak Muhayyer makâmından bir peşreve başlamış ve ilk hanesini ikmal etmişti.

Bu yeni peşrevinin birinci hanesini, önce selâmlık salonundaki davetlilere dinletti. Hatta ikinci ve üçüncü ve dördüncü haneleri uydurarak çaldı ki, o andaki ilhamı aynen zaptedilmiş olsa idi, bilâhare bestelediği haneleri hiç mesabesinde kalacak kadar harikulade bir eser meydana getirilmiş olacağı muhakkaktı. O gece uydurarak çaldığı nağmeleri kendisi de fevkalâde beğenmiş olduğunu fakat bir türlü hatırlayamadığını daima üzülerek söylerdi.

Sultan Hamid tarafından ihsan olunan üç yüz liranın bir kısmı ile Sineklibakkal’daki evinin bahçesine iki – üç odalı bir evcik yaptırmıştı. Hayâta ebediyyen gözlerini kapatıncaya kadar bu inzivagâhta her şeyden uzak, kendi âleminde kendi sazlarıyla beraber kalmıştır.

Cemil Bey ve tâhir bûselik

Eski Yunanlılar’ın efsanelerine göre “Amphion” sazıyla terennüm ederken, çıkardığı lâtif nağmelerin ahengiyle müstahsen olan taslar kendiliklerinden hareket ederek muntazam bir şekilde yekdiğeri üzerine konarlarmış. “Orphe”nin tegannîsi esnasında da, bütün vahşi hayvanlar sesin geldiği tarafa doğru koşarlar, ağaçlar da dallanın sallayarak bu ahenge katılırlarmış!

Buna benzer bazı vak’alara ben de şahid oldum, 1908 senesi ilkbaharının mehtablı sakin bir gecesi idi… Göztepe’deki köşkümüzün bahçesinde feryad eden bülbülün nağmeleriyle mest olan hocam Tanburî Cemil Bey merhum, İçinden gelen büyük bir tehalük ve İştiyakla kemençesine sarılarak, Segah makâmında bir taksime başlamıştı.

Bir taraftan bize oldukça uzakta öten bülbülün şakrak feryad ve İlganı, diğer taraftan ona cevap veren büyük dahînin elindeki kemençenin hazin, muhrik (yakıcı) ve ilâhi nağme ve giryanı karşısında vecd ve istiğrak-ı âşıkane (âşıkane bir şekilde dalma, kendinden geçme) içinde mest-İ lâya’kıl (sızmış, serhoş) kalan bizler, bilâihtiyar gözlerimizden dökülen yaşları zaptedemiyorduk.

Orphe’nin sihirli nağmelerinin tesiriyle vahşî hayvanların sesin geldiği yere doğru koşması gibi, o gece kemençenin ilâhî nağmelerinin teshîriyle (büyülemesiyle) biraz ötede öten bu sevimli hayvan yavaş yavaş bize doğru yaklaştı… Altında oturduğumuz bir kısmı açılmış, bir kısmı henüz gonca halinde bulunan ufak bir gül ağacının kemençenin tam karşısına tesadüf eden incecik bir dalı ucuna konmuş, artık ötmüyordu.

Kemâl-i sükûn ve huşu ile kemence dinliyordu. Her taksimin sonunda gaşyolan (kendinden geçen) bülbül evvelâ hafif nüvazişlerle yalvarıyor, niyaz ediyor, bu temenni nazar-ı itibare alınmazsa canhıraş feryadlara başlıyor, ağlıyor, tehdid ediyor, zorla ahenge devam ettirmek istiyordu.

Cemil Bey gibi rakik ve merhametli bir san’atkâr bu âşık-ı şûrîdeye (perişan aşığa) nasıl kıyabilirdi. Hâsılı taa şafak sökünceye kadar bu âheng-i dilârây-ı âşıkane (âşıkane bir şekilde gönül alan ahenk) hem mini mini âşık-ı şûrîdeyi (perişan âşığı), hem de bizleri tarife imkânı olmayan manevî bir hâlet-i ruhiyye içinde sürür ve şadmânîye gark etmişti.

Cenâb-ı hak ganî ganî rahmet eylesin. Değerli musiki üstadı hocam müteveffa Leon Hanciyan da bu mevzuda şu vak’ayı anlattı: “Bir akşam birkaç musikişinas arkadaşlarımla birlikle davetli olduğumuz muhiblerimizden bîr zatın evine gitmiştik. Yenildi, içildi, hikâyeler, fıkralar söylendi, sıra musiki faslına geldi.

Ben de kemanla bu hey’ete katıldım, Peşrevi çalmaya başlar başlamaz büyük bir örümcek tavandan aşağı tam üzerimize doğru, tam sazların hizasına kadar indi ve durdu. Peşrevin sonuna kadar, hiç kımıldamadan bizi dinledi. Peşrev bitli, arkadaşlara “Kısacık bir ara verelim, bakalım örümcek ne yapacak” dedim.

Saz durur durmaz örümcek kımıldanmaya başladı ve bir an içinde tavana çıktı ve kayboldu. Besteye girer girmez, tekrar eski yerine sür’atle indi, orada sanki cansız imiş gibi mıhlandı kaldı. Ta yanına kadar sokulduğum halde, hiç istifini bozmuyordu. Kemanın yayıyla bir parça dokundum, kaçmak istedi. Fakat fasıl devam ettiği için olacak, tavana kadar çıkmadı. Biraz yüksekte durdu. Artık, dokunmaya kıyamadım. Bu kararımı hissetmiş olacak ki, hemen eski yerine kadar tekrar indi ve faslın sonuna kadar tam bir saat bizi dinledi.

Fasıl bitti, örümcek de kaybolup gidi. Ama nereye gitti? Odanın tavanını, duvarlarının her tarafını, köşesini, bucağını aradık, bir türlü örümceği bulamadık. İki saatlik bir sohbetten sonra ikinci fasla başlar başlamaz, bu musiki aşığı örümcek tekrar tavandan sarktı, yine eski yerine kadar İndi ve fasıl sonuna kadar yine biç hareket etmeksizin cansız bir cisim inmişcesine bîzi dinledi”.

Makamların tesiri

İlân-ı Meşrutiyet’leri bir sene kadar evvel, zannederim 1323 yılında (1907), Mayıs ayının berrak bir gününde, Cemil merhumla birlikte Yenikapı Mevlevîhanesi Şeyhi merhum Celâl Efendi hazretlerini ziyarete karar verdik. Cemil’in çok hürmet etliği bu zât-ı şerifin ben de gıyaben meftunu idim. Emekdar Şerif lalamızı da birlikte alarak Mevlevihane’ye gittik.

Semadan sonra, odalarına diğer zevatla birlikte bizi de kabul ettiler. Hepimiz bu nur gibi zatın muhterem ellerini öptük. Musafahadan (el sıkışmadan, selamlaşmadan) sonra musiki bahsi açıldı. Hemen saz dolaplarındaki tanburlardan birini alarak, eski tavırda gayet kibar bir üslûpla mütevazi bir Neva taksimi lütfettiler, Cemil merhumdan da bir taksim rica ettiler.

Derhal tanburla enfes bir taksim yaptı. Bunu müteakib benden de bir taksim rica etliler. Bu iki üstadın huzurlarında taksime nasıl cesaret edebilirdim? Kendilerinden af diledim. Osman Bey merhumun Bestenigâr Peşrev’ini, hocamla birlikle çaldık. Mahzuz oldular, her ikimize de dua ettiler.

Bu mecliste gayet uzun püsküllü bir Aziziye fesini kulaklarının “yarısına kadar geçirmiş, tertemiz setreli, doksan beşlik, ismini hatırlayamadığım ihtiyar bir zat da bulunuyordu. Mısır kaptı kethudalığında bulunmuş, Hıdiv İsmail Paşa, Halim Paşa gibi zevatla düşüp kalkmış, o devrin büyük musiki üstadlarıyla hem bezm olduğunu anlattıktan sonra, Babam, Sultan Selim ve Sultan Mahmud’a hizmet etti.

İlm-i musikiye de vukufu vardı. Pederim merhumun. Sultan Mahmud devrinden naklettiği bir vak’ayı size arzedeyim. Sultan Mahmud, Frenk musikisini memâlik-i şahanede ihya etmek için, bu fenne vukufu olan birkaç Hıristiyanı, İtalya’dan celb ettirdi.

Bunlardan biri, herhalde Donizetti olacak. Ömürlerinde musikimizi dinlememiş olan bu garblılara huzûr-ı hümayunlarında musiki dinletmek arzu buyurmuşlar ve derhal enderûn-ı hümayunda mevcut sazendegân ve hanendegânı davet etmişler.

Bu esâlizegân-ı musiki şinâsândan maada, îmam-ı evvel hazret-i şehriyârî kutbu’nnâyî ve hattat merhum ve mağrur Kazasker Mustafa İzzet Efendi hazretlerine de ayrıca göndermişler. Hangi makamdan ise peşrev ve besteden sonra, efendi merhumdan bir ney taksimi dinletmesini irade buyurmuşlar.

Hazret neyini demleyerek üstadane başlamış, ayni zamanda nağmelerimizin Hıristiyan musiki muallimlerinde nasıl bir te’sir bırakacağını göz ucuyla tedkik ediyormuş. Zemini dolaşarak karar verdiği zaman, muallimlerin cümlesi gözlerini kapatmışlar ve uykuya dalmışlar. Üstad başka bir makâmın nağmelerini icra ederken İtalyanların gözleri dolmuş, âh etmeye, ağlamaya başlamışlar.

Bunu gören Efendi merhum, başka bir makâmın seyrine başlamış. Mösyöler bu defa katılarak gülmüşler. Nihayet, ilk başladığı makama geçerek karar vermişler. Padişah, üstadın karşısında afallayan İtalyanlar’a: “Dinlediğiniz ney taksiminden İntihamızı söyler misiniz? Musikimizi nasıl buldunuz”? Cevaben: – “Bir şey anlamadık… Çok iptidai, ıslaha muhtaç! Basit bir musiki!…” demişler.

Bu cevap, gayet halim ve selim ve mütevazı olan efendi hazretlerini çileden çıkarmış ve hemen söze atlayarak: “Padişahım, bu âdemleri kulunuz insan zannettim. Meğerse, yanlış telâkki etmişim. Kendilerini sehhâr-ı musikimizin kudretiyle (musikimizin büyüleyici kudretiyle) uyuttum, ağlattım, güldürdüm. Geçirdikleri istihalelerin farkında olmayanlara insan denilmez.” Padişah Mustafa İzzet Efendi’nin bu sözünü tercüman vasıtasıyla İtalyanlar’a aynen söyletmiş. Hakikaten akıllan ancak o vakit başlarına gelmiş olan bu ecnebiler, hemen yerlerinden fırlayıp üstadın ellerini hürmetle sıkarak tebrik etmişler.

“Musikinizin ilâhî kudreti karşısında, biz kendimizi kaybettik. Kendimizi idrakten âciz bir halde idik. Deminki kusurumuzu af buyurun, bizi mazur görün. Musikiniz, insanı ilk nazarda cazibesine kaptıran, kendine meftun eden, çileden çıkaran, ağlatan, güldüren, ilâhi bir musiki… Sanki Allah’ın sesi… Başka bir diyeceğimiz yoktur..-” diyerek hakikati İtiraf etmişlerdir.

“Devam! Fasıla vermesinler, hemen bir başka fasla başlasınlar!.-” emrini vermiş. San’atkârlar fena halde sıkışmışlar. Dellâlzade saatine bakmış: “Saat beş bozuk… Haydi, “Büzürg” makâmına başlayalım. Padişah kızacak ve derhal bizi kovacaktır. Başka çaremiz yok!…” demiş. Tanburnüvaz Keçi Arif Ağa, Büzürg’den bir taksime başlamış. Zemini icra ederken fena halde hiddetlenen padişah: “Kâfir defolsunlarl.” demiş ve üstadlar “Oh!” diyerek huzurdan ayrılırlar ve her biri bir kademhaneye şilaban olurlar (yüznumaraya koşarlar).

Çargâh makamı

Çargâh makâmında ayîn-i şerif, İlâhi, teşvîh ve durak gibi eserlerden maada, şimdiye kadar hiçbir ladini eser bestelenmemiştir. Harik (yangın) zuhuruna veya herhangi bir felâkete sebep olabileceği korkusuyla, zevk alemlerinde ve işret meclislerinde bu makâmın esatizegân-ı eslâf (eski zamanın üstadları) tarafından men olunduğu malumdur.

Buna rağmen bir gün bu makâmın seyri ve teşkili hakkında bir malûmat edinebilmek için hocam Cemil Bey’den ufak bir taksim rica ettim. Hatırını kırmadı, derhal kemençesini alarak kendine has bir eda ile taksime başladı ve karar verdi. Herhalde kendisinin de hoşuna gitmiş olacak ki: Tiz saba’dan meyana girdiği zaman o anda velûd ruhundan tulü eden birkaç nağme-i dilsûz (gönül yakıcı nağme) ile kemence feryada başlar başlamaz, bende tahammül kalmadı.

Gözümden yaşlar boşanıyor, kendimi başka bîr âlemde görüyordum. Takat birdenbire ortalığa yayılan keskin bir bez kokusu, bu harikulade nağmeyi kararsız bıraktı. Üstad taksimine başlarken, elinde yanar bir halde bulunan sigarasını minder üzerindeki sigara tablasının kenarına koymuş, sigara tablanın hizasına kadar yandıktan sonra kurtulup minderin üstüne düşmüş, evvelâ minderi yakmış ve pamuklara sirayet etmiş.

Hemen biraz su dökerek ateşi söndürdük. Bu hadise bir tesadüf eseri midir, yoksa eski üstadlarımızdan müntakil rivayete göre, makâmın manevî te’sîri mi sebep olmuştur? Bana sorarsanız, gönüller yakan o muhterem eldeki kemençenin şerare-i feryadı, bir koca mahalleyi bile yakabilirdi.

İsviçre’de güzel günler

1329 yılında (1913) ani olarak refikamla maaile İsviçre’de Cenevre şehrine hareket ettik ve konsoloshanemizin üstündeki (Maison Royaie) büyük daireye yerleştik. Cenevre’nin meşhur “Centenaire”i, yani yüzüncü sene-i devriyesi bu tarihe tesadüf eder. O kadar ani bir seyahat oldu ki, sazımı bile alamadım!…

Benim için çok büyük bir azab idi. Neyse, iki ay sonra sazım gönderildi. Cenevre’ye hareket ederken, hocam Cemil Bey’in vefatına sebep olan hastalığı başlamıştı. Kendisi çok zayıf ve halsizdi. Ekseri günleri yatakta geçiyor, hazan bize geliyor, bazan da hemşiresi Beyhan Hanım’ın Kadıköy’deki evine giderek bir müddet kalıyordu. Kendisiyle vedâlaşırken, bana şunları söyledi: “Refik Beyefendi”… Çok nazik ve mütevazi, son derece terbiyeli olan bu muhterem adam daima “beyefendi, hanımefendi” diye hitab ederdi.

“Size bir istirhamım var. Kabul edeceğinize söz verin! Arzedeyim…” “Emredin, söz veriyorum.” “Şimdiye kadar Avrupa’ya giden birçok tanıdıklarım konservatuvarlara iki-üç sene devam ettiler, yalan-yanlış bir diploma ile avdet ettikleri (döndükleri) zaman san’atkârı oldukları sazlarını ellerine almadıkları ve bana selâm vermedikleri gibi, musikimizin mevcudiyetini inkâr ve tezyif ettiler (kıymetsiz gösterdiler). Ben,buna birkaç kere maateessüf şahid oldum. Sizden istirhamım şudur: Sazınızı birlikte götürün, onunla hergün meşgul olun ve konservatuvarlara kat’iyyen girmeyin.

Sazınız, millî musikimizi ifade eden yegâne bir alettir. Yalnız sazınızla meşgul olun. Avdetinizde çok hürmet ettiğim, velinimet olarak tanıdığım bir ailenin evlâdı olan sizin gibi asil ve kıymetli bir talebemin teveccühünden mahrum kalmak diğerlerine benzemez, beni çok müteessir eder…”

İşte, hocamın bu ricasını unutmadım. Cenevre’de kaldığım müddet -ki, hemen üç seneyi mütecavizdir- gerek o yıllarımın, gerek refikamın ve gerekse birçok ahbabın teşvik ve ısrarlarına rağmen konservatuvara gitmedim ve refikama da müsaade etmedim. Kimya mektebine iki sömestr kadar ancak devam ettim. Fakat kükürt ve ecza kokulan beni rahatsız etti. Profesör Bar ve Mayor gibi İsviçre’nin en hazık ve tanınmış doktorlarının tavsiyeleri üzerine kimya mektebine devam edemedim.

İstanbul’a gidiş – gelişler

Harb-i umumî (dünyâ savaşı) başlamıştı. O zaman Tekâlif-i Harbiye Komisyonu’nda âza bulunan bacanağım Münir İbrâhim Bey İstanbul’dan sık sık gelip gitmekteydi. 1331 (1915) senesinde, Kahire ile birlikte bacanağım Münir’e katılarak İstanbul’da bulunan validemi ve bilvesile hocalarımı ziyaret etmek üzere hareket ettik.

Zavallı hocamı, Sineklibakkal’daki evinde perişan bir halde, pire gibi bir şiltede esîr-i fırâş (yataktan kalkamayacak kadar hasta) olarak buldum. Rengi solmuş, gözleri çukura kaçmış, zayıf ve sefil, hitab, söz söylemeye kudreti yok… Kendisine kimse yardım etmiyor. Bu büyük san’atkâr unutulmuş, köşeye atılmış, bu hali görünce yüreğim parça parça oldu.

Derhal İsviçre’ye, kayınbabama mektupla hocamın bu acıklı halini her tafsil (ayrıntısıyla) yazdım. Aldığım cevapta, oğlu Mesud Beyle hemen hareket etmesini kendisine tarafımdan rica ettiğimi ve Montrö’de Valmon mevkiindeki Profesör Mayor’un hususi senatoryumunda tedavi ettireceğini, oğlu Mesud’u da kayınbiraderim Abdurrahman Lütfı’nin -ki şimdi Ankara’da Yerli Mallar Pazarı müdürüdür- devam ettiği hususi “Taudicum” lisesine kaydettireceğini bildiriyordu, hemen hocama koştum, mektubu okudum.

Çocuk gibi sevindi, evvelâ teklifi kabul etti, ağladı, mektubu öptü, başına koydu. Ben de derhal kayınpederime vaziyeti arzettim ve hareket gününü telgrafla bildireceğimi yazdım. Hemen, telgrafla yol masrafı olarak ve bir kısmı refikasına bırakılmak üzere 250 İngiliz Lirası gönderdi. Ve her ay 20 İngiliz Lirası İstanbul’da kalan refikasına aylık bağlayacağını bildirdi.

Cemil Bey’e koştum. Fakat adamcağız kötü kötü düşündü. Pasaportunu yaptırmak için lüzumlu kâğıdı vermek istemedi. Harb-i umuminin şiddetle devam ettiği böyle bir zamanda bu uzun yolculuğu gözüne kestiremediğini, binaenaleyh gidemeyeceğini teessüfle bildirdi. Günlerce gittim, geldim, kendisini bir türlü ikna edemedim.

Ben de fazla ısrardan sarf-ı nazar ettim. İki aya kadar refikamla Cenevre’ye tekrar avdetimde ikna edebileceğimi zannediyordum. Bu ara Boyacıköyü’nde, tepede Patrik Yuvakim Efendi’nin köşkünü mobilyasıyla altı aylığına kiralamıştım. İlk çocuğum Hayrettin, bu köşkte dünyâya geldi.

Oğlum 1331 senesinde, Rumî 23 Nisan’da (6 Mayıs 1915), yani Hızırüyas günü şafakla doğdu Tesadüf o akşam Enderunî Hafiz Hüsnü Efendi bizde kalmıştı. Kur’an ve mevlid okumakta yekta (tek) idi. Zavallıyı tatlı uykusundan uyandırdım, diğer adamlarımızla ebe ve doktora koşturdum.

Zaten kendisini de sevdikleri için, bu gibi yardımları cân-u gönülden severek yapar idi. Bütün gece, refikamın biran evvel halâs olması (kurtulması) için dua ile meşgul oluyor ve beni teselli ediyordu. Yedinci günü köşkün büyük salonunda tertib ettiğimiz, mevlide patrik efendinin yeğenlerini, Boyacıköy Rum Kilisesi baş rahibiyle diğer arkadaşlarını ve birçok Hıristiyanları davet ettim.

Bu Hristiyan camiası Hafız Hüsnü, Hafız Sami, Hafız Osman, Hafız Receb Efendilerle Enderun’a mensub güz tevşihhantarı kemâl-i huşu ile, ağlayarak dinlediler. Mevlid duasında bizler gibi ellerini kaldırarak “Amin” dediler. Duayı müteakib baş papaz, fasih bir Türkçe ile güzel bir dua okudu, bizler de “Amin” dedik.

Merasimin hitamında, hocalarımızla papazlar uyuşdular, dinî mübahaseler açtılar, tatlı muhabbetler edildi, Patrik’in köşkünde okunan bu mevlidin Hıristiyanlar üzerinde bıraktığı manevî ve ruhanî hissi-i te’sirden, bütün Boyacıköy Hristiyan mahafîlinde uzun müddet bahsolundu.

Biz bu köşkü terkedip İsviçre’ye avdet ettikten sonra asker işgal etmiş ve kazaen ateş zuhur ederek bu muhteşem saray yanıp kül olmuştur. 1331 (1915) senesi ilkteşrinine (Ekim’ine) kadar bu köşkle olurduk ve umumi harbin en şiddetli devam ettiği bir devirde tekrar İsviçre’ye avdet ettik.

Yola çıkmadan, son defa olarak hocam Cemil’i ikna etmek üzere, Sineklibakkal’a gittim, Cemil, biraz iyice idi. Sedirin üzerinde oturuyordu. Beni sevinçle karşıladı. Hastalığının mündefî olduğunu (geçtiğini) ve Erenköyü’ne, Rahmi Bey’e gideceğini öyledi.

Ve böyle harp zamanında yollara tahammül edemeyeceğini fakat Erenköy’de bir müddet istirahat ettikten sonra, ilk bahara doğru Cenevre’ye geleceğini vaat etti. Ben de kendisiyle vedâlaştım ve birkaç gün sonra yine bacanağım Münir’le birlikte Balkan Treni’nde kuryelere mahsus bir kompartımana yerleştik ve Sirkeciden hareket ettik.

Darülelhan açılıyor

Şimdi, hayâtımın ikinci safhasına geçiyorum… Esbak Washington sefiri Ziya Paşa, Suphi Ziya Bey’in pederi ve Kayınpederim Faik Bey’in bacanağı eski Hariciye Nazırı Reşid Paşa’nın biraderidir. İstanbul’a avdet ettiğimiz zaman, Ziya Paşa’nın riyasetinde, o zamanın ileri gelen musiki üstadlarından hocam Leon Hancıyan Efendi, Rauf Yekta Bey, Ali Rifat Bey, İsmail Hakkı Bey, Hüsameddin Bey, Kâzım Bey, Abdülkadir Bey, Zekâi Hocazade Ahmed Efendi’den müteşekkil bir musiki encümeni teşkil olunmuş ve “Darülelhan” namı altında bir Türk Musikisi konservatuvarı açılması karar altına alınmış idi.

Buraya müsabaka imtihanıyla: Tanbur, kemençe, ney, keman, santur, lavta, ud muallimleri tayin olunacağını bildirdiler. Beni de bir davetiye ile bu imtihana çağırdılar. Gazi Osman Paşazade Cemal Bey, bana vaktiyle Sultan Selim-i Salis’in (Üçüncü Selim’in) kendi çaldığı tanburunu hediye etmiş idi ki, Cenevre’ye bu tanburu götürmüş idim.

Avdetle seyahat esnasında Tanburun sapı kırılmış idi. Bilâhare bu tanburu, Prens Yusuf Kemal’e hediye ettim. Çünki bu muhterem adam,Fahire’ye Baron’un kıymetdar bir kemençesini hediye etmiş idi. Şimdi hususi müzemizde mahfuzdur. İmtihana iki gün kala, tanburu Beşiktaş’ta meşhur İzmitli’ye tamir ettirme üzere bıraktım ve iki gün zarfında aldıracağımı bildirdim.

İmtihan günü bir adam göndererek tanburu getirdim ve Cağaloğlu”nda bir konakta toplanan hey’et huzuruna çıktım. İmtihan çoktan başlamış ve o zamanın meşhur tanburîlerinden Cemil Bey’in yeğeni Hikmet Bey, ressam Atıf Bey, Kadı Fuad ve daha birkaç zat imtihan olmuşlardı.

Beni derhal imtihan salonuna soktular. İmtihan için hazırlanan eserlerin notalarını önüme koydular. Bu eserler, Şakir Ağa‘nın Evcara makâmında, Ağır aksak semai usulünde bestelediği meşhur “Efzûn okur uşşâkına ol gamze-i câdû” şarkısı ile Tanburî Cemil Bey‘in Sedaraban Saz Semaisi idi. Şarkı o kadar nağmeli yazılmış idi ki, bir nazarda tanburla icrası hakikaten bir mes’ele idi.

Şarkıya başladım, meyandan nakarata geçerken İki gün evvel tamir ettirdiğim tanburun sapı, tekneye yapıştırıldığı yerden ayrılmaya başladı. Tellerle sapın arasındaki mesafe, gittikçe açılıyordu. Bu hal karşısında, alnımdan nohud tanesi gibi ter boşanmağa başladı.

İmtihan hey’etine bu arızayı hissettirmeden bu yüklü nağmelerle dolu ağır eseri tavrıyla, edasıyla ve muvaffakiyetle sonuna kadar çaldım, Hey’et alkışladı fakat ben bittim ve kırılan tanburu hey’ete arzettim. Hemen diğer bir tanbur getirttiler. Evcara’dan Şedaraban’a geçiş taksimini ve Sedaraban Semai’yi ateş gibi çalıyordum. Öyle alkışladılar ki benim bile gözümden yaş geldi.

Hey’et meyanında (arasında) samiin (dinleyici) olarak misafireten bulunan Şehzade Ziyaeddin Efendi yerinden fırladı, elimi sıktı ve bir hatıra olmak üzere kendi kullandığı ve kapağında pırlantalı “Z” markası ve hanedan arması bulunan platin saatini murassa kösteğiyle beraber bana hediye etti. Bu kıymetli yadigâra herhalde göz değmiş olacak ki muallim olduktan sonra bir gün kalabalık bir tramvayda soysuz yankesicilerden birine çarptırdım, bir daha izini bulamadım. Hatırladıkça, hâlâ acısını unutamıyorum. Maddî kıymeti ne olursa olsun, fakat manevî kıymeti benim için milyar değerdi.

“Allah başka keder vermesin” dedik, geçtik. Buna benzer diğer bîr hadise daha oldu. Benden bir metod istediler. Dört kısımlık mufassal bir tanbur metodu ile nazariyat-ı musiki kitabı yazdım. Bütün makamlarla usuller, misalleriyle, şedleriyle, transpozisyonlariyle ayrı ayrı gösterilmiş, tasnif olunmuş idi. Encümen, bu eserin derhal tab ve neşrine karar verdi.

Bir senelik büyük emeklerle meydana gelen bu eser, bir gün zarfında ortadan yok oldu. Nasıf yok oldu, Allah’dan başka kimse bilmez! Aşıldı, gitti. Bütün encümen hey’eti tarafından, başta Ziya Paşa olmak üzere araştırmalar yapıldı, muallimin ve müstehdimîn sorgulara çekildi, koca defter bulunamadı. Günlerce ağladım, müteessir oldum, lanet ettim. Bana, “Allah başka keder vermesin, tekrar yazarsınız” denildi. İşte, aradan otuz sene geçtiği halde bir türlü yazmak zevkini hissedemedim.

Münir Nureddin‘i, Darülelhan Küme Faslı Hey’eti’nin terfi imtihanında tanıdım. Mümeyyiz olarak hazır bulunduğum bu imtihan salonuna bir çocuk girip Yegâh’dan “Gönül ki aşk ile pürsînede huzur bulur” bestesini hey’el huzurunda okumaya başladığı zaman, kendimden geçtim.

Öyle bir eda ile okudu ki, Allah rahmet eylesin İsmail Hakkı Bey dayanamadı, mendilini çıkartıp ağlamaya haşladı. Hey’ete bu halini hissettirmemek için imtihan masasından kalktı, açık o!an pencerenin önüne gitti. Ben de kendisini takip ettim ve başımızı pencereden çıkartarak, eserin sonuna kadar heyecanımızdan ağladık ve istikbalin bu büyük san’atkârını bilâihtiyar alkışladık. İşte, Münir’le arkadaşlığımız bu tarihte başlar.

Bu öyle bir imtihan ki

1334 (1918) senesinde, askerlikten bir sene sonrasına te’cil olunmuştum. 1335 (1919) senesinde bazı arkadaşlarını Mabeyn Mızıkası’nda bir müsabaka imtihanı açılacağını, bu imtihana dahil olmamı teşvik ettiler. Bir istida ile müracaat ettim.Mızıka kumandam, Miralay Salih Bey namında gayet yakışıklı bir zat idi. Beni görür görmez: “Yavrum, bu imtihan birinci sınıftır. Yani, yüzbaşılık imtihanıdır. Sen, çok gençsin. Sualler ağırdır. Tanburî olduğun için, seni ufak bir sınıfa hafif bîr imtihanla alayım. Burada yavaş yavaş terakki eder, bilâhare terfi edersin” dedi.

“Benim hakkımda İsmail Hakkı Bey size bir şey bahsetmedi mi?” sualime karşı: “Bahsetti, fakat birinci sınıfa değil. Küçük bir sınıfa mükemmel bir İmtihan verebilir dedi. Birinci sınıflık imtihanında, musikinin nazarî kısmına derin vukufu olan yüksek mekteb muallimleri ancak müşkilatla muvaffak olabiliyorlar. Sonra mahcub olmayasın!” dedi. Bu sözleri, beni çok müteessir etli. Bu teessürle: “Birinci sınıflık İmtihanına talibim. Mahcub olmayacağıma eminim. Hemen imtihan etmeleri için emir buyurun” dedim.

İki gün sonra. Gümüşsüyü Kışlası’nın imtihan salonuna girdim. Mızıka kumandanının riyasetinde yirmiyi mütecaviz hey’et-i imtihan toplanmışlar. Reisin sağ tarafında beyaz sakallı, nur yüzlü oturan zat Muallim Üstad Zati Bey idi. Bu hey’ete bir göz attım. Tanıdıklarım: Sersâzende İsmail Hakkı Bey, Kâzım Bey, Zati Bey, Rauf Yekta Bey, Diğerlerinin hiçbirini tanımıyordum.

Beni küçük bir sehpanın başına oturttular. Evvelâ, tanburla birbirine aykırı beş makam üzerine beş dakikalık bir aksim istediler. Suallerinin cevaplarım mükemmel muvaffakiyetle tanbur verdi ve tebrik ettiler. Gözüm Zatî Bey’e ilişti. Bu hassas, muhterem ilim adamının gözlerinin yaşarmış olduğunu, yanındaki kumandana hafifçe bu büyük muvaffakiyetimi anlattığını hissettim. Kumandan, mütebessim bir çehre ile bana bakıyordu.

İkinci sual, hiç bilmediğim bir eserin makam ve usulünü tayin ederek notasını yanlışsız ve serî (hızlı) yazmak idi. Bu hey’etten bir yüzbaşı bey karşıma geçti. Bana, bir tabaka nota kâğıdı verdiler. Cebimden mürekkepli kalemi çıkardım. Şu ese okumaya başladı: “Üsküdar Parkı’nda gördüm, pek beğendim ben seni”. Eserin notasını mürekkepli kalemle silintisiz, olarak yedi dakikada yazdım.

Tekrar okutmak zahmetini rica etmeye lüzum görmeden, notayı olduğu gibi hey’ete takdim etlim, beni dışarıya çıkardılar. On on beş dakika kadar bu notayı tedkik ettiler. Sonra tekrar çağırdılar ve tebrik ettiler. Bana bu eseri okuyan Nuri Halil Bey idi (ki elyevm Ankara Radyosu’nda repetitör arkadaşımdır).

Eser de, en son bestelediği Kürdili hicazkâr makâmından basit bir şarkı imiş. Ben bu şarkıyı Mubayyerkürdî zannederek bir perde yüksekten yazmış idim ve Muhayyerkürdî olduğunu da hey’ete isbat ettim ve kabul ettirdim. Notada bir tek yanlış bulamamışlar. Tekrar sehpanın başına oturttular. Bir nota kâğıdı daha verdiler. Hey’etten bir zat elinde hazırlamış olduğu senkop, tremolo, vesair bütün müşkilâtlarla dolu bir parça terennüm etti.

Yine mürekkepli kalemle bilâmüşkilât yazdım. Bir tek hata bulamadılar. Usullere sıra geldi. Esasen usuller hakkında vâsi malûmatım bulunduğundan, bu suali kolaylıkla cevaplandırdım. Beni çok sıkıştırdılar. Bilhassa Rauf Yekta Bey merhum, yavaş yavaş Darb-ı Fetih’e kadar sordular. Hepsini aruzlarıyla laktı ederek güfte taksimatının usullerin hangi darbına isabet ettiğine varıncaya kadar, sorulan bütün suallerin cevaplarım, misalleriyle, ishal ederek verdim.

Bana güftesi doldurulmamış, usulü tayin olunmamış bir nota verdi. Bir gazel kıt’ası yazdırdı ve usulüne göre taksim etmekliğimî emretti. “Tâbekey hattın ey mehcebînim yüze çıktı” güftesi darbı fetih beste idi. Taksimatını ve usulünü tayin ettim. Bir tek yanlışım çıkmadı.

İki saat devam eden bu imtihana, benden başka kimsenin cesaret edip girmediğini, kemâl-i iftiharla söyleyebilirim. Başta muhterem Zati Bey olmak üzere, şahitlerimin birçoğu ber hayâttır. Lehu’l-hamd, bütün suallerden tam not aldığımı ve yüzbaşılık rütbesiyle Mızıkai Hümayun İncesaz, Hey’etin “sersâzende muavinliği” unvanıyla tayin olunduğumu birkaç gün sonra tebliğ ettiler.

1335 (1919) yılının Ağustos ayında, Yıldız civarında bir kışlaya naklolunan “Mızıka-i Hümayun” kışlasına devama başladım. Aynı zamanda haftanın muayyen ders günlerinde Darülelhan’a da devam ediyordum ve talebelerimle meşgul oluyordum. Padişah Vahdeddin Efendi’nin huzurunda verdiğim konserleri bertaraf edeceğim. Bunlar, hususi mahiyettedir. Umumi olarak verdiğim ilk konserimden bir nebzecik bahsedeceğim.

Şehzadebaşı’nda ilk konser

İlk konserimi Şehzadebaşı’nda, Ferah Tiyatrosu’nda, bâirâde-i senîyye malûl gaziler menfaatine, yaldızlı merasim elbiseleriyle verdim. Bu konseri gözümde o kadar büyütüyordum ki, adeta baygınlık, fenalıklar geçiriyordum. O kadar ağır imtihanlar beni hiç müteessir etmediği halde, yirmi kişilik bir hey’etle sahneye çıkmayı neden zihnimde büyüttüğüme herkes şaşıyordu.

Konser gündüz erkeklere, gece kadınlara verilecekti. Ferah Tiyatrosu, lebaleb kadınlarla dolmuş idi. Bu kalabalığı görür görmez, kendimde büyük bir cesaretsizlik, büyük bir heyecan hissettim. Dehşetli bir çarpıntı başladı. Buna da sebep, programda bana bir taksim vermişlerdi. İsmail Hakkı Bey merhum taksimi rica etti ise de, buna ilk perdede cesaret edemeyeceğimi ve kalbimin durabileceğini kendisine ihsas ettirdim.

Mütemadiyen “Validol” alıyordum fakat büsbütün kalbime sıkıntı veriyordu. Ellerim titreye titreye hey’ete refakat ediyordum. Birinci kısmın nihayetinde, hafif bir baygınlık geçirdim. Fakat İsmail Hakkı Bey ikinci fasılda mutlaka taksim yapmamın şart olduğunu, çünkü bazı hanım efendiler tarafından rica edildiğini bildirdi.

Hiç unutmam, bana ufak bir Martel konyağıyla iri bir portakal aldırmış, portakalı ortasından ikiye böldürmüş, iri iki dilim çıkarmış, boşluğuna konyak doldurmuş… Bana bir yudumda bunu içirdi ve iki dilim portakalı yedirdi. Bir-iki dakika sonra bir dilim daha çıkardı, yine içini doldurup içirdi.

Perde açılacağı zaman kabuğun içini tekrar konyakla doldurdu ve hepsini içirdi… Beni adam akıllı teskin etti. Bu üçüncü doluyu da yuvarladıktan sonra çarpıntıdan, fenalıktan eser kalmadı. Perde açıldı. Benim hafif başım dönüyor, fakat neş’e içindeyim. Karşımdaki mütebessim, güzel hanımefendilerin bana takdirkâr bakışları zevkime gidiyordu. Hüzzam Peşrevi, beste, ağır semai, sonra derhal taksime girdim.

Gençlik bu… Kim bilir ne gibi hülyaların esiri olmuşum ki, kendimi kaybettim. Herhalde kudretine güvendiğim parmaklarım, kalbimdeki hissiyatımın tercümanlık vazifesini hakkıyla ifa ediyordu. Taksim bitti. Fakat hazirun hanımların alkış sesleri, tiz perdeden tatlı tatlı “Yaşa!” sesleri bütün salonda aksediyordu, sonu gelmiyordu.

İsmail Hakkı Bey şarkıya girdi fakat, alkış tufanı arasında bu şarkıyı dinleyen yoktu, taksime tekrar devam etmek zorunda kaldım ve kısa cümlelerle karar verdim. Tekrar alkış devam ediyor, ben de o tarihle bestelediğim “Sultanîyegâh Peşrevi’nin iki hanesini solo olarak çaldım. Perde arasında ve konserden sonra birçok hanımefendiler sahneye geldiler, elimi sıktılar, beni her suretle taltif ettiler. Tabii gencim, güzelim de galiba?…

Aynı gece beylere verilen konserde de bir taksimi müteakib yalnız olarak çaldırdıkları saz eserlerinde ayni takdirlere mazhar olduğumu çok iyi hatırlarım. Çok kadirşinas arkadaşım General Hulusi Alpagut ki, bundan üç – dört ay evveline kadar askerî temyiz mahkemesi azasından idi.

Şimdi İstanbul’a başka bir vazife ile tayin olundu o tarihlerde yüzbaşı iken bu konserde bulunmuş. Kıymetli bir hatıra olarak ta o zamandan beri muhafaza etliği program ve notaları, aradan bir çeyrek asırdan çok fazla bir müddet geçtikten sonra Ankara’da fakirhaneyi teşriilerinde bana sırasıyla gösterdiler.

Şark musiki cemiyeti

Yine aynı sene, Kadıköy’de, Yoğurtçu Çayırı’na nazır eski bir binanın ikinci katında Ali Rıfat Bey’in riyasetinde, eski arkadaşım Gazi Osman Paşazade Cemal Bey merhum, Üstadım Leon Hanciyan Efendi hanende Hüsameddin Bey, bestekâr Hafız Yusuf Efendi, bizini küçük Münir Nureddin, Kemal Niyazi Bey, Sinekemanî Nuri Bey, Tanburî Faize ilamın, Kemanı Eliza, viyolonsel Fuad Şefik merhum vesair birkaç san’atkâr amatörlerden müteşekkil bir hey’et tarafından “Şark Musikisi Cemiyeti” kurulmuş idi.

Bu hey’et, arada sırada Kadıköy’de konserler vermekte idi. Diğer vazifelerim, benim cemiyetle alâkadar olmama mani idi. Esasen, Nişantaşı’ndaki konakta ikamet etmekte idim. Kadıköy’e gidip gelmek bir mes’ele idi. Bu müteşebbis cemiyet tarafından hocam merhum Cemil Bey’in “mezar taşı” için tertib ettikleri “Cemil Konserine, davetleri üzerine iştirak ettim.

Haricden iştirak edenler meyanında Zekâizade Ahmed Efendi merhum, Cemil Bey’in yeğeni Tanburî Hikmet Bey merhum, Tahsin Bey merhum, Şamili Rıfat Bey’in mahdumları Tanburî Hatif merhum da mevcud idiler. Bu konser, fevkalâde parlak olmuştu. Konser hasılatı iyi bir yekûna baliğ oldu. Fakat ailesinin, Almanya’ya viyolonsel tahsili için giden Mesud Cemil‘e bu parayı gönderdiğim haber alınca, konsere iştirak ettiğime, kendi hesabıma çok müteessir oldum.

Ne tez’ad: Ben Avrupa’ya giderken konservatuvara kat’iyyen devam etmememi ısrar eden hocamın mezar taşına sarfolunacak bir para, Avrupa’da alafranga tahsilinin temini için “dejenere” refikası tarafından oğlu Mesud’a gönderiliyor. Ve bu koca san’atkârın bugün mezarının yeri bile belli değildir!

Nikriz’in hikayesi

1924 senesinde yine bir akşam fasıldan sonra bir semai çalındı ve fasla nihayet verildi. Atatürk, şöyle buyurdular: “Dikkat ediyorum, fasıllara peşrevle başlanıyor, şarkılar okunuyor, saz semaisi ile bitiriliyor. Fasılların sonunda çalınan saz semailerinin tarzı, aşağı yukarı diğerinin aynı.

Dörder hane olarak tertib olunan bu gibi eserlerin, bilhassa saz semailerinin sonları bizlere heyecan verecek, ruhumuzu okşayacak, meselâ bizim zeybek havaları gibi daha kıvrak, zevkimizi okşayan ve bizi zıplatan havalarla tertib edilse idi, millî ruhumuzu daha ziyade okşamaz mıydı? Acaba bestekârlarımız neden bu ciheti göz önünde tutmamışlar?”

Gazi’nin bu buluşları harika idi. O ara salon orkestrası konserine başladı. Ben yerimden fırladım, beni çok alâkadar eden bu dahiyane buluş üzerinde derhal bir eser yazmak, emirlerini ve arzularını hemen o anda yerine getirmek için tenha bir yere çekildim. Bir kâğıda o anda tulü eden birçok nağmeleri Hamparsum notasıyla tesbit ettim. Dördüncü haneye, zeybek temposunda bir oyun havası ekledim.

Tam on beş dakika gibi kısa bir zamanda meydana getirdiğim bu eseri bir daha gözden geçirdim. Kendim de beğendim. Mükemmel bîr “Nikriz Saz Semaisi” bestelenmişti. Yirminci dakikada salona girdiğim zaman, orkestra dans havalarını çalmakla devanı ediyor, sofra başında Atatürk maiyetiyle konuşuyordu. Beni görür görmez: “Nerede idin?” “Paşam, emirlerinizi yerine getirmek üzere dışarıya çıkmış idim. Müsaade buyururlarsa, efendimize şimdi bestelediğim bir “Nikriz Saz Semaisi”ni dinleteceğim”.

Paşa, hayret içinde idi. Derhal tanburla bu eseri arzetmeye başladım. Alâka ile,dikkat ile takib ediyorlardı. Son hanesine zeybek usulüyle başlar başlamaz: “Bravo, aferin evlâdım!..” diyerek, huzurlarında mevcud bulunanlara, bunlar meyanında İnönü de vardı: “Haydi bakalım!.., Hepimiz zeybek oynayacağız!…” Tekrar tekrar bu eseri çaldırdılar ve mütemadiyen oynadılar. San’atkâr paraya değil, iltifata muhtaçdır.

Sene, 1925. Bursa’dayız. Reisicumhurumuz Gümüşsuyu denilen tepedeki “Hünkâr Köşkü”nde ikamet buyuruyorlar. Bizim için de köşkün civarında “Emin Efendi Bahçesi” diye maruf, ormanlar içindeki büyük bir köşkü tahsis eltiler. Münir ve Mafız Yaşarla birlikte, orada ikamet ediyorduk. Bilâhare, yani birkaç gün sonra. Mesud’u da müsaadeleriyle İstanbul’dan getirttik Feslerin ilgası bu tarihe tesadüf eder.

Bir akşam, Atatürk‘ü ziyaret eden eski Hidiv Abbas Hilmi Paşa şerefine köşkte bîr ziyafet tertib olundu. Hidiv, Bursa kaplıcalarının modern bir tarzda inşasını üzerine almak üzere paşadan istizan için ziyaretine gelmiş. Bize bunun aidiyeti olmadığından, tafsilâtından sarf-ı nazar edeceğim ertesi akşam da Hidiv kendi yatına Paşa’ya davet etti. Hep birlikte Mudanya’ya ve yata rakiben Marmara’ya açıldık. Yalın salonunda muhteşem bir sofra kurulmuş, biz de salonun arkasındaki kütüphanede bir fasl-1 musiki yaptık.

Bir Arap, bizi yemeğe davet etti. Münir, Yaşar, Mesud’la beraber salondan ayrıldık. Arap bizi baş tarafa götürdü ve başaltı ambarına indirdi. Bir de ne görelim! Bir tahta masa üzeri beş-on çinko tabak, masanın ortasında iki lenger: Nohud ve pilav. Yüzer dirhem ekmek, her tabak başında bir teneke kâşık. İşle, Hidiv hazretlerinin bize lâyık gördükleri sofra… Birkaç gemici, tabaklarında’ki nohudlu pilavı atıştırıyorlar. Bizi görünce “Faddal… Şarrafna afandina” dediler ve yer gösterdiler. Mesud’la Hafız Yaşar çok acıkmışlardı, Herçibâdâbad davete icabet eltiler,sofra başına çöktüler.

Benim esasen boğazımla o kadar alâkam yoktur. Yemesem de olur. Arap’a henüz acıkmadığımı söyledim, tersyüzü güverteye çıktım. Münir de beni takip etti. Güvertede dolaşırken Atatürk bizi görmüş, çağırttı. Salona ikimiz de girdik. Henüz sofraya oturmuşlar, yemekler dağılıyordu. Atatürk bize hitaben dedi ki: – “Siz yemek yemiyor musunuz?” “Canımız istemiyor efendim”. Tabii, zekî adam. Derhal işin farkına vardı: “Arkadaşlarınız nerede?” “Tayfalarla yemek yiyorlar” der demez, Hidiv’e hitaben gayet ciddi ve sert.

“Hidiv hazretleri! Bu çocuklar memleketimizin en büyük sanatkârlarıdır. Benîm yanımda, benim soframda yemek yerler. Sensiz iştahları kapanır. Refik, Türk Musikisi’nin şefidir. Binbaşıdır. Diğer arkadaşları eshâb-ı rütbeden münevver insanlardır. Bunu bilmemiz lâzım!…” demesi üzerine, Hidiv’in esmer sureti pembe pembe morlaştı, bin af diledi, sofradan iki Arab’ı kaldırdı, yerlerine bizi oturttu. Diğer arkadaşları çağırttı, fakat onların her halde kâfi derecede karınları doymuş olacak ki, bu davete icabet etmediler. Sofradan kalktık. Hidiv hazretleri etrafımızda pervane gibi dolaşıyor, bize sigaralar ikram ediyor… “Hafta vapurda saz çalarken ayağımın altına bir yastık koymak zahmetinde bulundular…”

Allah rahmet eylesin” diyelim. İşte, su birkaç misal ile merhum Atatürk’ün o tarihlerde Türk Musikisi’ne karşı olan teveccühlerini ve alâkalarım arzettim. Daha birçok hatıralarım var. Fakat yazacak vaktim de yok, halim de yok. 1924 senesinden 1927 senesine kadar, yani üç seneye yakın Ankara’da Zeki Bey’in idaresi altında bulunduğum müddet zarfında tamam dokuz kere istifa ettim.

Çünkü, itimad edilmez bir arkadaş idi. Bir gün yalandan samimiyet göstermiş ise ertesi gün nikahını değiştirir, ortada ne fol ne yumurta yok iken alâkasız bir şey bahane eder, bağırır, çağırır, tahammül fersa bir hal alırdı. Hemen her gece, Çankaya’daki köşkte sabahlardım. Sabahleyin eve gelir, yıkanır, elbise değiştirir ve 9’da kışlada hazır bulunurdum.

Zeki Bey benim geceyi sabaha kadar uykusuz geçirdiğimi nazar-ı itibare almaz. 9’da kışlada hazır bulunmaya mecbur eder, öğleden sonra da saat üçten beşe kadar tekrar vazife hasında bulunurdum. Hiçbir mazeret kabul etmezdi. Haftalarca yatak yüzü görmediğim vak idi Sütçü beygiri gibi ayakla uyurdum. Saat beşte vazifeden çıkar, yıkanır, ancak bir saat kadar istirahatten sonra köşke tekrar çağırılır, o gece de kemafissabık (önceden olduğu gibi) sabahlardım. Değme babayiğidin tahammül edemeyeceği bir bayat idi.

1927 senesi Kânusanisinde, Kahire müdhiş bir tifoya tutuldu. Tifo nüksetti, başka bir hastalıkla ihtilâl edip septisemiye (zehirlenmeye) çevirdi. Ölümden nasıl kurtulduğuna, tedavi eden doktorlar da hayret etliler. Çok şükürler olsun, Allah hana ve evlâdlarına bağışladı. Hastalıktan şifayâb olur olmaz, doktorların tavsiyesiyle icab eden raporlar tanzim olundu.

Reisicumhur’un iradeleriyle İstanbul’a gittik. Erenköyü’nde refikamın eniştesi eski Maliye Nazın Ziya Paşa’nın köşküne refikamı yatırdım. Hastalık geçti fakat müthiş bir filebit yürümesine mani oluyordu. İki ay kadar daha tedaviye muhtaç idi. Bu müddet geçer geçmez Mızıka Kumandanı Zeki Bey Ankara Merkez Kumandanlığına müracaat ederek muamele yaptırmış, bir gün beni İstanbul Merkez Kumandan lığı’na çağırıp divan-ı harbe verildiğimi tebliğ ettiler.

Radyoda ilk günler

Radyoya intisab ettiğim tarih, İstanbul’a geldiğim 1927 senesindedir. İlk konserimi yalnız tanburla verdim. Radyo neşriyata başlayalı ancak birkaç gün olmuştu. Beni davet ve eden, şair Ahmet Haşim Bey merhumdur, ikinci konserimi refikam ile, üçüncü konserimi de Münir Nurettin‘le verdim. O tarihten itibaren Mısır’a gidinceye kadar, haftada iki-üç gün. Münir’le konserlerimize devam ettik. Mısır’dan avdette konserlerimiz devam etti. Allah rahmet eyleye bizim üstat Lemi Bey’e bile radyoda kendi eserlerini okudum.

Yeniden Atina’ya

1937 senesinde yine Balıkesir’den başlayarak İzmir’de birkaç konser verdikten sonra, Atina’daki sefirimiz Ruşen Eşref Bey kardeşimizin davetleriyle Münir, refikam ve Kemanı Sadi ile beraber bir İtalyan vapuruyla Yunanistan’a gittik. Orada Reks Tiyatrosu’nda güzel bir konser verdik. Yunanlılar beni taa 1931 yılından beri tanıdıkları için, bana yine fazla teveccüh gösteriyorlardı. Gazetelerde bütün arkadaşları bîr tarafa bırakarak hep benden bahsetmeleri. Münir kadar beni de müteessir etti. Konserimizde Ruşen ile birlikte Reisi cumhur Metaksas da bulunuyordu.

Metaksas’ın ve madamının fevkalâde iltifatlarına mazhar olduk. Bizi tebrik ve kons verdiğimizden dolayı teşekkür ettiler. Ruşen benim hem akrabam, hem ufacıktan beri mektep arkadaşımdı. Çocukluk hayâtı hemen hemen bizim evde geçmişti. Küçükken beraber Karagöz oynatırdı. Kaç defa perdeyi tutuşturmuştuk…

İstanbul’da, Şehzade başı’ndaki tuluat tiyatrolarına Kel Hasan’a, Şevki’ye, Mtnakyan’a, bilâhare Komik Abdi’ye. Beyoğlu’ndaki Frenk tiyatrolarına, Sarah Bernard’a vesaireye hep birlikte giderdik. Atina’da şerefimize verdiği ziyafetlerde, bu hatıraları arkadaşlarımıza hikâye etti. Dönüşte Selânik, Kavala, İskeçe ve Gümülcine’de de birer konser vererek İstanbul’a avdet ettik. 1938 senesi Teşrinevvelinde, İstanbul radyo arkadaşları ile birlikte,Ankara radyosuna tayin olunduk.

O tarihten beri her şeye vedâ’ettik. Mahrumiyet içinde, envaî maddî ve manevî sıkıntılara katlanarak meşakkatli bir hayal sürmekte ve çile doldurmaktayız. Allah, encamımızı hayır eyleye. Bizden beterlerini göz önüne getirerek halimize şükredip, her şeyi sineye çekiyoruz…

Refik Bey’i ölüme kadar götüren hastalığın sebebi, İstanbul Radyosu’nda karşılaştığı bir muamele

27 Mayıs İhtilâli’nden sonra “radyo kumandanlığına tayin edilen bir binbaşı radyoevinde görevli herkesi odasına çağırmakta ve “ne işyaptıklarını” sormaktadır. Refik Fersan Bey o yıllarda artık neşriyata katılmamakta, jürilerle kurullarda görev almakta, tasnifle ve nota tercümeleriyle meşgul olmaktadır…

Refik Fersan Bey’i de çağırıp “Sen burada ne iş yaparsın?” der binbaşı… Refik Bey komisyonlardan, nota tercümelerinden bahseder ama “Onları bırak, meselâ bugün ne yaptın?” dîye bir başka soruyla, sonra da o güne kadar hiç işitmediği bir sözle, hakaretle karşılaşır… Odadan çıkar, aşağıda yayın saatini bekleyen Fahire’sine “Bana bir taksi çağır…” der…

Çift, Levend’deki evlerine gider… Refik Fersan Bey ateşlenmiştir… Yatağına girer, birkaç ay çıkamaz o yataktan… Ölümüne sebep olan “pneumotho-rax”, o gün başlamıştır… Radyoda başına gelenleri birkaç ay sonra kâğıda dökmeye çalışacak ama yazmayı bile tamamlayamayacaktır “radyo kumandanı”nın odasında olup bitenleri… Refik Fersan Bey, hafızasından silmeye çalıştığı o anı, tamamını yazamadığı notunda şöyle anlatıyor:

“1928 senesinden itibaren fasılasız olarak İstanbul ve Ankara radyolarında feragat-i nefs ile, cansiperane hizmet etlim. 1957 senesinde tahdîd-i sin (yaş haddi) dolayısıyla emekliye ayrıldıktan sonra, senelerce sebkeden mesaimi takdîren umum müdürlük tarafından mukavele ile İstanbul Radyosu’nda “âsâr-ıeslâfı” (eskilerin eserlerini) tercüme, stajyerlere tedrisat, imtihanlar ve ses dinleme hey’etine, jüriye, nota komisyonlarında, eserlerin usullerine göre yazılışı ve repertuvardaki hatalı eserlerin güfte ve bestelerini tashih ve muhtelif koleksiyonlarda Hamparsom notalarını, Ermeni hurufatı ile yazılmış notaları, tercümeden bu eserlerin diğer örnekleriyle klasik musikimiz üslûp ve edasına ve kavaidine uygun olarak repertuvarı kaliteli eserlerle genişletmek gibi hizmetleri tekrar uhdeme tevdi edilmiş idi.

1960 senesi Haziran’ın yirminci günü, radyonun o zamanki kumandanı Kenan Ersoy namındaki bir binbaşı beni odasına çağıracak, hayalım boyunca maruz kalmadığım gayet galiz…(“Hadiseden birkaç gün sonra, sözleşmesi 1 Haziran itibariyle, yani 20 gün öncesinin tarihiyle feshedilecektir… Fesih ihbarım aldığı günün akşamı günlüğüne sadece “Allah’a sığındığım” yazacaktır)

1 Haziran 1960 tarihinde, radyo kumandanı Kenan Bey’in emriyle kontratım feshedildi ve bunca senelik emeğini bir tekme ile neticelendi. Benim Allah’ım var. O kudret sahibinin, kudretine bütün varlığıyla iltica eden bir ailenin evlâdlarını lütuf kerem ve inayetine daima mazhar edeceğine hiç şüphe yoktur. Bizleri bu inayetinden mahrum etmeyeceğinden emin ve müsterihim. Elhamdülillah…” Kaynak: emirertas.blogspot.com.tr

Bir yanıt yazın