Rahmi Bey, 27 Aralık 1864 Salı günü İstanbul’un Beyazıd semtinin Divân-ı Ali mahallesinde dünyâya geldi. Babası çeşitli sancak muhasebeciliklerinde bulunmuş olan Hilmi Bey’dir. Orta öğrenimini babasının görevli olarak bulunduğu Gümülcine ve Bursa’da tamamladı. Mülkiye-i Şahâne’ye (Siyasal Bilgiler Fakültesi’ne) kaydolarak buradan mezun oldu.
İlk memuriyeti 1878 yılında tayin olduğu Kütahya Sancağı muhasebe kalemindeki görevidir. Bir yıl çalıştıktan sonra istifa ederek buradan ayrıldı. 1 Kasım 1884 tarihinde Devlet Şûrası’nda birinci sınıf “mülâzim” oldu. 1 Mayıs 1886 tarihinde aynı maaşla Maliye Nezareti Kupon Kalemi’ne nakloldu. 1 Mayıs 1887 tarihinde aynı kuruluşun Muhâkemat Dairesi mülâzımı oldu.
Düzenli bir şekilde terfi ederek, 25 Ocak 1894 tarihinde Mülkiye Dairesi birinci muavinliğine getirildi. 15 Nisan 1899 tarihinde Devlet Şûrası Bidayet Mahkemesi’ne üye tayin edildi ve gösterdiği liyakat dikkate alınarak, üçüncü rütbeden “Ali-i Osman” nişanı verildi.
18 Mayıs 1906 tarihinde İstinaf Mahkemesi üyesi iken kadro kısıtlaması yapılınca, Devlet Şûrası Temyiz Mahkemesi’ne nakletti. İstinaf Mahkemesi üyesi iken, 19 Ocak 1906 tarihinde bir tahkikat için Viranşehir ve çevresine gönderilmişti.
Devlet Şûrası 17 Mart 1911 tarihinde kapatılınca, açıkta kaldı ve maddî sıkıntılar çekmeye başladı. Bu görevlerinin dışında Vefa İdadisi’nde “Kitâbet-i Resmiye” öğretmenliği yaptı. 1918 yılında Darülelhan müdürlüğüne getirildi ise de, 1. Dünyâ savaşı sonrasının türlü sıkıntıları içinde bu okul kapatılmış, Rahmi Bey yine açıkta kalmıştı.
Böylece aralıksız otuz yıl devlet hizmetinde bulunmuş olan bu değerli sanatkâr büyük bir yoksullukla yüz yüze gelmiş oldu. Bu sıralarda azınlık okullarının bazılarında öğretmenlik yaparak biraz olsun rahat bir nefes almağa çalıştı.
1922 yılında Darülelhan ikinci kez açılınca, yeniden müdürlüğe getirileceğini ummuştu. Bu göreve Musa Süreyya bey getirilince büyük bir umutsuzluğa düştü. Felâketler bunlarla da bitmedi. Tek çocuğu olan kızını, büyük bir özenle yetiştirmiş, kendi mûsıkî aşkını ona da bütün gücü ile aşılamıştı.
Medeni Aziz Efendi‘nin oğlu tanburî ve hanende Zühdü Bey’le evlenen biricik kızının, önce mutsuzluğuna tanık olmuş, sonra verem hastalığından sonsuzluğa yolcu etmişti. Böylece kolu, kanadı kırıldı. Memuriyetten sonra açıkta bırakılınca, mûsıkîden feragat etti, nısfiyesini (Boyu, yarı yarıya kısa ve bir oktav yukarıdan ses veren ney) kırdı.
Yarattığı eşsiz nağmeleri gelecek nesillere armağan ederek, tam ve gerçek bütün sanatkârlar gibi, 12 Mayıs 1924 tarihinde kalp hastalığından sessiz, sedasız gözlerini yumuverdi. Cenazesi, ertesi gün Eyüb Kırkmerdiven mezarlığında toprağa verildi.
Rahmi Bey’in güzel sanatlara merakı çok erken yaşlarda, daha ortaokul sıralarında başlamıştı. Özellikle şiir dalında beliren bu duygulu kişiliğinden ötürü arkadaşları ona isim takmışlardı. Mülkiye’den sınıf arkadaşı olan Servet-i Fünûn gazetesi sahibi Ahmed İhsan Bey, bu konudaki anılarını Ruşen Kam’a şöyle anlatmış; “… Sanatkâr ruhlu bir insandı, çocukluğu mûsıkî ve edebiyat meraklıları arasında geçmişti. Biz ona Mülkiye’de (Âşık Şair) derdik.”
Rahmi Bey, zamanının edebiyat akımlarına uyarak gazeller, şarkı güfteleri yazardı, sonra bestekâr olmuştur. Mükemmel nısfiye çalardı. Hafif tesirli bir sesi vardı. Âşık şairler gibi rind meşrebliydi. Maddî şeylerle uğraşmayı sevmezdi. Tam bir şark filozofu idi.
Biz mektepte onu bu sıfatlarıyla takdir eder, severdik. Bu yeteneğinin ve ilgisinin etkisi sonucu yaşadığı dönemin sanat adamlarıyla ilişki kurmuş, bilgisini ilerletmeğe çalışmıştı.
Servet-i Fünûn edebiyat akımını kurup geliştirenlerden başta Recâizâde Mahmut Ekrem, Muallim Naci, Abdülhakhâmid, Tevfik Fikret gibi ünlü sanatkârların çevresine girmiş, onlardan yararlanmıştır. Bestekârlığı kadar duygulu bir şairdi.
Günümüze gelen şarkılarının çoğunun sözleri, Rahmi Bey’in şairane tabiatından kaynaklanır. Gerek bunlarda, gerekse Servet-i Fünûn dergisinde yayınlanan şiirlerinde bir özlemin, bir hasretinibir tabiat güzelliğinin izlerini bulmak mümkündür.
Recâizâde Ekrem Bey‘in oğlu Ercümend Ekrem Talû, Rahmi Bey’in hayâtının bu sayfalarını şu satırlarla anlatıyor: … Kısacık boyu, toparlak vücudu ile, önü daima ilikli redingotunun içinde Rahmi Bey, cuma günleri İstinye’deki yalıya gelir, Servet-i Fünûn mektebini kuran Edebiyat-ı Cedîde erkânının toplantılarında hazır bulunurdu. Fakat ne lüzumsuz konuşmalara, ne vezin ve kafiye münakaşalarına, ne de şiir veya nesir tenkitlerine karışmazdı.
Son derece terbiyeli, müeddeb tavırlarıyla, oradakilerin nazarı dikkatini kendi üzerine mümkün mertebe çekmemek isteyen mutedil bir tevazu ile bir kenarda oturur, lakırdıya hemen hemen hiç karışmadan söylenenleri dinlerdi.
İlk zamanlar bu terbiyeli hali, meclise devam edenlerin üzerinde soğuk bir tesir yapmış, ev sahibine “Bu bigâne adam da kim oluyor? Aramıza ne diye katılıyor?” sualini terbiye ve nezakete muhalif buldukları için sormamışlar, fakat halleriyle bu meraklarını belirtmişlerdi. Üstad Ekrem, günün birinde davayı zerafetle hallediverdi…
Durgun ve sıcak bir yaz günüydü. Deniz pencerelerin önünde erimiş ve kaymak bağlamış kızgın bir maden kömürü gibi ürpermeden uzanıyordu. Sabahtan başlayan edebiyat sohbeti, yemekten sonra usanç verir gibi olmuş, Tevfik Fikret‘in şakaları, nükteleri, hicivleri bile yorgun ve durgun zihinlere şevklerini iadeye yetmemişti. Üstad bu esnada bir köşedeki sandalyenin kenarına ilişmiş, tonbul ellerini dizlerinin üzerine kavuşturmuş, efendi efendi oturan Rahmi Bey’e dönerek,
– Rahmi Beyefendi, yeni bir şeyler yok mu? diye sordu, Kendisine hep birden yönelen meraklı bakışlara ehemmiyet bile vermeyerek,
– Var efendim! dedi, efendimizin bir şarkısını bestelemek cüretinde bulundum, affımı dilerim. Zira pek muvaffak olduğumu zannetmiyorum.
– Lûtf eder misiniz ? Rahmi Bey kalktı, sessizce sofaya kadar çıktı ve biraz sonra elinde ince, uzun, al atlastan kesemsi bir şeyle geri geldi, yerine oturdu… Şimdi, geniş salonun açık pencerelerinden boğazın karşı kıyısına doğru nısfiyenin yanık feryadı, Nihavend‘den bir taksimin can okşayan nağmeleri yayıldı. Taksim bitti…
Kalın, kısıkça fakat müessir bir ses, sözleri babamın olan, Süzüp süzüp de ey melek O çeşm-i nim hâbını şarkısını okumağa başladı. Üstad Ekrem de dahil olduğu halde, bütün oradakilerin bakışlarında, hattâ besteyi, güfteden üstün bulan bir hayranlık okunuyordu. Rahmi Bey sustu. Kendisini tebrik ettiler; o hiç gururlanmadı. Nazarlarını yere eğmiş, kendi sanatının sarhoşluğu içinde imiş gibi duruyordu. Vaki olan ricalar üzerine asla nazlanmadan çaldı, okudu… Meclisi mestetti ve o günden sonra Rahmi Bey Edebiyat-ı Cedîde’nin müzik rüknü oldu…”
XIX. yüzyıl, Türk mûsıkîsi’nin klâsik repertuvarına mal olan besteleri, şarkıları, türküleri birbirini takip ediyordu. Üstad Ekrem’in: Gül hazin, sünbül perişan bağ-ı zârın şevki yok ve Gel bu sevdâdan hemen vazgeç gönül manzumelerinin ebedileşmesine yardım eden nefis besteler, hep o devrin paha biçilmez verimleridir.
Mûsıkîke eğilmeğe de erken yaşlarda başladı. Enstrüman olarak nısfiyeyi seçmiş (Boyu, yarı yarıya kısa ve bir oktav yukarıdan ses veren ney) ve kendi kendine öğrenmişti. Belli bir hocadan ders almadı ve mûsıkînin bilimsel yönüne eğilmedi. Bir yandan edebî bilgisini ilerletirken, diğer yandan o dönem İstanbul’un ünlü mûsıkîşinasları ile çevre edinmişti.
Hemen hemen aynı yaşta olduğu ve bir yıldız gibi parlayan Tanburî Cemil‘in sanat hâlesi içine girerek, bu dostluğu onun ölümüne kadar sürdürdü. Mümkün olduğu kadar her mûsıkî toplantısına gider, yapılan müstesna fasıllara bazen nısfiyesi, bazen de sesi ile katılırdı.
Çağının ünlü ustalarından olan Raûf Yektâ Bey, Udî Nevres Bey, Ali Rıfat Çağatay, İsmail Hakkı Bey, Leon Hancıyan‘la sanat arkadaşlığı yaparak, mûsıkîmizin pratik yönlerini kusursuz bir şekilde öğrenmişti. Edindiği bu bilgileri, kendi sanat tezgâhında, eşşiz melodi motifleri ile dokuyarak şarkı formunun en karakteristik ses çizgileri ile belirlemişti.
Bu nedenledir ki, iyi Nısfiye üflemesi ve güzel bir okuyuş üslûbu olmasına rağmen, Rahmi Bey’in asıl önemi bestekârlğı ile ilgilidir. Onun için “Lemî Atlı ile hareket noktaları bir, yolları birbirine paralel iki sanat yolcusundan biridir. Son dönemin en ilgi çekici ve klâsik formun en sağlam eserlerini veren ustasıdır.
Şarkılarına kendi şiirlerinden başka, çevresinde bulunduğu şairlerin eserlerinden söz seçmiştir. Kırkı aşkın eseri, şarkı geleneğinin en güzel örneklerindendir. Beste – söz, güfte – makam, güfte – ritm ilişkisini olağanüstü düzeyde kullanmış, son derece duygulu, parlak, sanatlı, az ve özlü eserler vermiştir.
Geleneksel kurallara bağlı olmakla birlikte, eserlerine söz olarak seçtiği şiirlerdeki duygu unsuruna yakışacak değişiklikler yapabilmiştir. Bunun için Rahmi Bey’in eserlerinde bu ince hesapların izlerini bulmak her zaman için mümkündür. Lirik bestekârlarımızın başında gelir.
Rahmi Bey’in eşi Nahide Hanım çok güzel Lâvta çalarmış ve Şemseddin Ziya Bey‘in eşi İsmet Hanım’la meşk ederlermiş. Bilindiği gibi Rahmi bey’in yaşadığı yıllarda batıdan gelen sanat esintilerinin şiddeti biraz daha artmıştı. Her mûsıkîşinas gibi Rahmi Bey de bu etkiden büsbütün uzak kalamamış, bu espriyi taşıyan birkaç eser bestelemiştir.
Yukarıda da değindiğimiz gibi sözleri Recâizâde Ekrem Bey’e ait olan “Süzüp süzüp de ey melek” güfteli Nihavend şarkısı ile sözleri kendinin olan “Ey mutrib-i zevk âşina” güfteli Kürdilihicazkâr şarkısı sayılabilir.
Bu son şarkının ilginç bir hikâyesi var: … Rahmi Bey kadro dışında bulunduğu yıllarda, mûsıkîşinas dostlarının birinin düğününe davet edilmişti. Elbetteki böyle bir davete eli boş gidilemezdi ve bir hediye almak gerekiyordu. Fakat görevinden uzaklaştırılmıştı. Bundan dolayı da, hediyeyi temin etmesi mümkün değildi. Bu düşünce ile heyecanlanarak, hemen şu güfteyi yazdı ve besteledi. Dostlarına o ânın duygularını, söz ve ses halinde armağan etmekle en değerli hediyeyi vermiş oldu.
Ey mutrib-i zevk âşina
Bir şarkı yaptım ben sana
Tarzı,usülü nev’edâ
Çal söyle, eğlen daima
Bazı şarkılarının başka olaylarla ilişkisi vardır. Tahir bûselik makâmındaki şu şarkı, 1908 Meşrutiyet inkılâbının uyandırdığı sevinç ve neşenin heyecanını taşır.
Geçti o gamlı eyyam-ı sermâ
Oldu bahârın âsarı peydâ
Giymiş yeşiller kühsar ü sahrâ
Her yanda bülbüller nağme pirâ
Tanburî Cemil Bey merhum 1910 yılının bir gününde bir kıraathânede oturmuş gazete okuyordu. Birden gözleri sevinçle parlamağa başladı. Çünkü, sütunlar arasında sanat yoldaşı bestekâr Rahmi Bey’in terfi ettirildiğini okumuştu. Hemen oracıkta bir tebrik mektubu yazarak, pek candan sevdiği arkadaşına yollamıştı. Rahmi Bey de bu tebrik vesilesiyle Tanburî Cemil Bey’in yüce sanatı önünde bir kerre daha eğilmiş ve ona şu şarkıyı güfte ve beste olarak yazmış, ithaf eylemişti:
Bir sihr-i tarab nağme-i sazındaki tesir
Hep yareli seslerle eder rûhumu teshir
Hicranzede sevdâları eyler bana tasvir
Hep yareli seslerle eder rûhumu teshir
Bu şarkı, bu büyük sanatkârın dehası karşısında duyduğu takdir ve tebcil duygularının en mükemmel, en parlak bir ifadesidir. Bestekâr Şevki Bey‘in ölümü üzerine Recâizâde Mahmut Ekrem Bey‘in söylediği (Şevki yok) redifli şiire yapmış olduğu Bayati makâmındaki şarkı duygu, manâ ve beste uygunluğuna örnek gösterilebilecek bir şaheserdir.
Rahmi bey’İn bir özelliği de kullanmış olduğu makamların bütün özelliklerini eserlerinde âdeta tarif etmesidir. Bu açıdan Cemil Bey‘in taksimlerinin ifade gücüne yaklaşmıştır. Pek huzurlu bir hayât sürmemesine rağmen, şarkılarında hüzünlü bir temayı işlemiş olsa bile, bunları şuh bir ritm ve melodilerle süslemeyi bilmiştir. Mûsıkî repertuvarımızda bilinen eserlerinin sayısı kırk civarındadır.