Sultan 3. Selim

Sultan 3. Selim

Türk sanat müziği bestekârlarımızdan Sultan 3. Selim; hayâtı, besteleri, sitemde bulunan şarkılarının ve diğer formlardaki eserlerinin bütün bilgileri, sözleri, notaları ve video yorumları.

Hayâtı

Osmanlı İmparatorluğu tahtının, otuzuncu padişahı Sultan 3. Selim, 24 Ocak 1761 tarihinde, Topkapı Sarayı’nda dünyâya geldi. Sultan 3. Mustafa’nın oğludur. Annesi, Mihrişah Sultan, şâir Münib’in, aşağıdaki şekilde târif ve tavsif ettiği, hassas ve müşfik bir kadındı.

“Mihrişah Kadın o Hûrşid-ü Kamer kevkebe kim
Pertev-i şânı kadar gamkede-i âlem-i şen
Mehdi-i ulyâmi edüb refêti temdit-i sürûr
Kimsenin tıfl-ı derd ile olmaz şiven”

İşte Selim, bu hassas ve müşfik annenin sinesinde büyüdü ve ondan tevarüs ettiği, bu temiz ve saf duyguları sanatkârane bir edâ ve âhenk içinde terennüm edebilmenin sırlarına erdi.

Padişah babası, onun öğrenimine özel ilgi göstermiş; ilim, edebiyat ve sanatta bilgi sâhibi olması için, her türlü imkânı sağlamıştı. Yalnız hocalarının çabasını yeterli görmemiş, şehzâdenin devlet işlerine yabancı kalmaması için yönetimin içinde ve bütün inceliklerini öğrenerek yetişmesini istemişti.

XVIII. yüzyılın son yarısında, yukarıda çizilen panoramanın tam tersine, Osmanlı İmparatorluğu dış ilişkilerinde büyük gailelerle karşı karşıyaydı. Şehzâde Selim, gençlik yıllarını bu gerçekleri, pek çok tarihi olayı görerek ve tanıyarak yaşadı.

Avrupa – Osmanlı İmparatorluğu ilişkilerinde, büyük bir yakınlaşma olmuş, her iki dünyâ birbirini daha yakından tanımaya başlamıştı. Batı’nın hızla ilerleyerek güçlendiğini, Osmanlı İmparatorluğu’nun ise, günden güne gerilediğini görüyor, kafasında bir yenileşme gerçeği filizleniyordu.

Edebiyat ve müzik ile uğraşmaya bu yıllarda başlamıştı. Babasının ölümü üzerine, amcası Sultan I. mahmud, padişah oldu. Yeğeninin yaşantısına karışmadı ve Osmanlı saray geleneklerinin tersine onu hareketlerinde serbest bıraktı.

Amcasının saltanat yıllarında da devlet işlerinden uzak kalmayan Şehzâde Selim, olup bitenleri yakından izlemiş ve bazı Avrupa devletleri ile gizli haberleşmeler bile yapmıştı. Bu durum, padişahın hoşuna gitmemiş, 1775 yılından itibaren gözetim altında yaşamıştı.

Nihâyet Sultan Selim, amcasının ölümü üzerine 1789 yılında Osmanlı tahtına oturdu. Büyük sorumluluklarla karşı karşıya olduğunun bilinci içinde, bir yandan dış sorunları çözüme bağlamak, bir yandan da içişlerine eğilmek, bir fesat yuvası durumuna gelen Yeniçeri Ocağı’ndan yararlanamayacağını bildiğinden, yeni bir ordu kurma gereğini duyuyordu.

Avrupa’da sosyal hayâtta büyük değişiklikler olmuş, Fransız İhtilâli onun padişahlığı zamanında patlamıştı. Bütün Avrupa ülkeleri ve Rusya, gözünü Osmanlı topraklarına dikmişti.

Bu noktadan hareket ederek, önce (Nizam-ı Cedîd) adını verdiği orduyu kurdu. Selimiye kışlasını yaptırarak, gerçek askerliği geliştirmek istedi. Bu teşebbüs, Sipahi ve Yeniçeri ocaklarını tedirgin etmiş ve padişaha dişler bilenmeye başlanmıştı.

Devletin üst düzey yöneticileri, yeniçerilerle işbirliği içinde olduğundan, rüşvet almış, yürümüş, bu niyet onların da rahatını kaçırmıştı.

1. Napolyon, imparatorluğunu ilân etmiş, o zamanlar bir Osmanlı vilâyeti olan Mısır’a göz dikerek kısa süre sonra işgal etmişti. Felâketler birbirini izliyordu.

Sarayda mahpus bulunan 4. Mustafa, bir akıl hastası olduğu halde, taraftarları tahtı ele geçirmek için her türlü yola başvuruyordu. Sultan 3. Selim’in çevresinde bir felâket ağı örülüyor, çenber gittikçe daralıyordu.

Oysa, biraz olsun yönetimi düzene koymuş, bayındırlık işlerine eğilmiş, bir milletin hayâtında kültürün önemine inanmış bir insan olarak, okumayı teşvik amacı ile matbaalar açtırmış, kitaplar bastırtmış, Yalova’da bir kâğıt fabrikası bile kurdurtmuştu.

Türkçe’ye önem vermiş, yazılarında ve Hatt-ı Humayûn’larında kolay anlaşılabilir bir dil kullanmış, Vak’anüvislere (Resmi tarihçilere) sâde bir dil kullanmalarını ve yalandan uzak yazmalarını emretmişti.

Günün birinde, Kabakçı Mustafa adındaki bir sergerde, yangını ateşledi. Alemdar Mustafa Paşa, ihtilâli bastırmak üzere, Ruscuk’tan İstanbul’a geldi. Padişahı hiç tanımayan, fakat ona gönülden bağlı olan bu mert askerin hatâları, bu yumuşak huylu ve sanatkâr ruhlu padişahın, gereksiz merhameti sonucu, zamanında önlemi alınmadı.

III. Selim’in hayâtı, imparatorluk tarihinin en kanlı, tüyler ürpertici bir fâciası ile sona erdi. (29 Temmuz 1808). III. Selim, cânilerin saldırışlarına, sarayın loş ve karanlık bir odasında, feryad ve tazallümlerini içine sığdırmaya çalıştığı, Ney’leriyle mukabele etmişti!

Öldüğü zaman, hırkasının cebinden, Nevres-i Kadîm‘in, aşağıdaki beyitinin yazılı olduğu bir kâğıt çıkmıştı.

Kendi elimle yâre açıp verdiğim kalem
Fetva-yı hûn-i nâhakımı yazdı iptidâ

Edebi kişiliği

Yirmi yıl süren hükümdarlığı esnâsında yenileşme yolundaki teşebbüs ve gayretlerinden başka, müzik ve şiire karşı göstermiş olduğu derin ve hararetli ilgiden dolayı, edebiyat müzik tarihimizde kendisine mümtaz bir yer ayırmamız gerekir.

İçindeki saltanat hırs ve arzusunun siyah dumanlı alevi yerine, aşk ve heyecanının rengârenk kıvılcımları parlayan bu sanatkâr yaratılışlı, sanatkâr doğuşlu insan, bir manzûmesinde bakınız eskimiş, çürümüş, nankörlüğünü ve nihâyet Cihan’ın da, saltanatın da gelip geçici şeyler olduğunu mütevazi, rind bir edâ ile ne güzel anlatıyor:

Bağ-ı âlem ıcre zâhirde safâdır saltanat
Dikkat etsen mânevi kavgaya cardır saltanat
Bu zamanın devletiyle kimse mağrur olmasın
Kâm alırsa adl ile ol dem becâdır saltanat
Kesbeder mi vuslatın bin yılda bir âşık ânın
Meyleder kim görse ammâ bîvefadır saltanat
Kıl tefekkür ey gönül çarhın hele devranını
Ki safâ ise velev ekser cefâdır saltanat
Bu Cihan’ın devletine eyleme hırs-ü tamâ
Pek sakın İlhamî zîrâ bîbekadır saltanat

Fakat ne yapsın ki, Allah bu tahtı, bu saltanatı mülkün bir perişan zamanında ona nasib eylemiştir. Onun asıl hassas ve sanatkâr hüviyetini, her türlü dünyevî, maddî emel ve endişelerden uzak, sanatı ile başbaşa kaldığı zamanların ilhamından yükselen feryadlarında, tazallümlerinde bulmak mümkündür.

Fuzulî‘nin büyük ve mübarek ızdırabı, onun da gönlüne girmiş, onu da yakmış ve ağlatmıştır.

Şiirlerinden anlaşılacağı üzere, “İlhamî” mâhlâsını kullanmış ve bir “Divan” tertip etmiştir.

Döneminin ünlü şâiri ve Mevlevî Dede’si Şeyh Galip‘le bir hükümdar gibi değil, iki şâir, iki tarikat yoldaşı gibi dostluk kurmuş, edebî sohbetler yapmış, bu yakın dostluk ölümüne kadar sürmüştür.

Bu sanat ve anlayış arkadaşlığı o derece ileri gitmişti ki, Cevrî Dede’nin yazmış olduğu şiirlere, şarkı formunda besteler yapmıştır.

Mûsikîşinaslığı

Sultan 3. Selim’in, Topkapı Sarayı’nda sürdüğü yirmi senelik tac ve taht saltanatının yanı sıra, çocukluğundan beri bütün içiyle, ruhu ile bağlandığı bir de müzik saltanatı vardır.

Sûz-i dîlârâ fasıl ve âyininin bestekârı, eski edebiyatımızın Şeyh Galip‘leri, Esrar Dede‘leri ile çağdaş bir şâiri, Mevlânâ dergâhının yumuşak gönüllü bir dervişi olan bu içli, hisli insan, şehid edilinceye kadar yaşadığı günleri, seneleri, Sadullah Ağa, Ârif Mehmed Ağa, Tanbûrî İzak, Abdülhalim Ağa, Hammami-zâde İsmail Dede gibi büyük ustalarla geçirdi.

Bu ustalar, ses âlemine ibdâkâr kabiliyetleri ile yeni yeni şaheserler kazandırıyorlardı.

Sultan 3. Selim, devrinin bu güzide sanatkârlarını dâvet eder, gece gündüz bunlarla vakid geçirirdi. Mûsikîye genç yaşında başlamış ve bu güzel sanatla en ziyâde şehzâdeliği zamanında meşgul olmuştur.

Sultan 3. Selim, tahta çıkınca, saltanat gaileleri, hükümet işleri, yenilik teşebbüsleri onun bu meşguliyetine az çok mâni olmuşşsa da, vakid buldukça yine yeni yeni besteler vücûde getirmekten geri kalmamış ve kendisinin doya doya uğraşamadığı bu güzel sanat müntesiblerini dâima teşvik ve himaye etmiştir.

Sultan 3. Selim’in müzik hocaları; Kırımlı Ahmed Kâmil Efendi ve Tanbûrî Ortaköylü İzak’tır. Ahmed Kâmil Efendi’den, usûl ve eser meşk etmiştir. İzak ise, tanbur hocası idi.

Bilhassa peşrev ve saz semaileriyle, o devrin ünlü bestekârlarından biri olan, İzak’a karşı padişahın fevkalâde hürmet ve teveccühü vardı. Yanına geldiği zaman, ayağa kalktığı söylenir.

Bir gün, huzurda icrâ edilecek Küme Faslı’na geç kalan İzak’ı, harem ağaları içeri bırakmamışlar ve biraz incitmişler. Perde arkasından bu hali gören padişahın fena hâlde canı sıkılmış ve köleye, “Senin gibi binlerce köle bulurum ama, İzak gibi bir üstad bulamam” diye adamakıllı haşlamış.

Böylece, padişahın da iyi bir mûsikîşinas olması ve bu sanatı, sanatkârları himaye ve teşvik etmesi sâyesindedir ki, bu devirde mûsikîmiz en feyizli, en verimli, en mükemmel bir merhaleye erişmişti.

Onun sanatla ve sanatkârlarla başbaşa geçirdiği zamanlar, hükümdar ve hükümdarlık otoritesinden ne kadar uzaklaştığını, sanatın ne kadar samimi ve hararetli bir müntesibi olduğunu şu fıkra bize anlatır:

“… Sultan 3. Selim bestelediği eserlerin tenkide şayan olup olmadığını öğrenmekten pek ziyâde memnun olurmuş. Düşünülecek olursa, mutlakiyetin ve istibdadın hüküm sürdüğü o devirlerde, hükümdar olan bir adamın, eserlerinin bendeleri tarafından neşredilmesini istemesinden tabîi bir şey olamaz.

Halbuki Sultan 3. Selim katiyyen böyle düşünmez, eserleri okundukça etrafındaki mûsikîşinasların bîtaraf olarak mütala ve tenkidlerini bekler, hattâ bu hususta dalkavukluğa pek sıkılırmış.

Padişah, Şevk-u Tarab makâmında ve zencir usûlündeki beste‘sinin zemin kısmında, hânelerin fahte usûlü ile nihâyetinde, asma bir karar verdikten sonra, çenber usûlü ile yeni bir melodik devreye başlamıştı. Bu durum ise zencir usûlünün kaidelerine hatırı sayılır derede aykırı idi.

Her zaman olduğu gibi, huzurda sual sorulunca, bu aykırılık ve yanlışlık için ne cevap vereceklerini düşünen mûsikîşinaslar, bir türlü hatâyı işaret etmeye kendilerinde cesâret bulamazlar.

Nihâyet o gece Şevk-ü Tarab faslının terennümü irâde edilir. Hanende ve sazendeler pür heyecan fasıla başlarlar. Beste okunur okunmaz, III. Selim durmalarını işaret eder. Zâten beklenmekte olan sual sorulur. Bir dakika evvel; ney, tanbur, keman ve hanendelerin sesleri ile inleyen salonu derin bir sessizlik kaplar, herkes göz ucu ile birbirlerine bakmaya başlar, kimse ağzını açmaya cesâret edemez.

Nihâyet padişahın ısrarı karşısında, Vardakosta Ahmed Ağa söze başlar ve beste’nin usûl ile ilgili kusurunu açıkça anlatır. Buna karşılık Sultan 3. Selim: “Doğrusu ben de farkındayım lâkin, nağmelerin başka bir şekle ifrağı mümkün olmamıştı. Yoksa usûl ve kaideye aykırı olduğu malûmdur. Bununla berâber ihtarınız mucibi memnuniyet olmuştur, ne ise devam ediniz. der.”

Onun, ayrıca yeni yeni birleşik makamlar meydana getirmiş olması hassasiyetinin, zevkinin ve nihâyet müzik bilgisinin enginliğine delâlet eder.

Asırlardan beri işlene işlene en güzel eserlerin bestelendiği belli başlı makamlardan başka, Isfahanek-i cedid, Hicazeyn, Şevk-i dil, Arazbar-bûselik, Hüseyni-zemzeme, Rast-ı cedid, Pesendide, Neva-kürdi, Gerdaniye-kürdi, Sûz-i dîlârâ , Şevk-efzâ makamları, onun meydana getirdiği birleşik makamlardır. Bu makamlardan muhtelif şekillerde eserler vücûde getirmiştir.

Şarkı formundaki eserleri de, ses sanatının her bakımından en veciz, en orijinal örnekleridir. Sûz-i dîlârâ peşrevi ve bu makamdan iki beste, ağır ve yürük semâîler klâsik mûsikîmizin en güzel bir takımını teşkil eder.

Sultan 3. Selim, küme fasıllarını genellikle annesi için yaptırdığı, Sultan Aziz döneminde tren yolunun yapılışı sırasında yıktırılan “Serdar Kasrı”nda icrâ ettirirdi.

Mûsikîmizde, notanın ne büyük eksiklik olduğunu, yakından hisseden bu hükümdar, bu yolda da çok çaba sarfetmiştir.

Türk Mûsikîsi’nin bilimsel yönünü inceleyenlerle, özellikle yakından ilgilenmiş, din ve milliyet göz etmeksizin herkesten yararlanmanın yollarını aramıştır.

Bir yandan, Hamparsum Limonciyan’dan bir nota bulmasını isterken, diğer yandan, çağdaşı olan Ali Nutkî Dede ile, Nasır Abdülbaki Dede‘lerle dostluk kurmuş ve onlardan bu konuda yardım istemiş, teşvik ve iltifatlarını esirgememiştir.

Bu sayede, “Hamparsum Notası” bulunarak pek çok değerli müzik eserimiz unutulmaktan kurtulmuş, Nasır Abdülbaki Dede’de büyükbabası Nayî Osman Dede‘nin bulduğu notayı geliştirmiş ve padişahın Sûz-i dîlârâ peşrevi ile, daha bazı eserleri notaya alarak kendisine sunmuştur.

Tanbûrî ve neyzen olan Sultan III. Selim, aynı zamanda Mevlevî idi. Bu alçak gönüllü şahâne derviş, Galata Mevlevîhânesi “Defter-i Dervişanı”na “Selim Dede”diye imza atmıştı.

Bütün hayâtı boyunca, bu ilim ve sanat yuvasını korumuş, her türlü yardımı esirgememiştir.

Mevlevî dergâhlarından yetişmiş olan sanatkârların, sanat yolunda ilerlemesi için her imkânı sağladığı gibi, bizzat kendisi de bu sanata istidadı olduğunu gördüğü ya da duyduğu kimseleri mûsikîmize kazandırmıştır.

Başta; Hammamizâde İsmail Dede, Basmacı Abdi Efendi, Suyolcuzâde Salih Efendi, Dellâlzâde ismail Efendi olmak üzere, daha pek çok sanatkâr sayılabilir.

Batı Mûsikîsi’ne de kayıtsız kalmamış, fırsat buldukça bu mûsikîyi de tanımaya çalışmıştır. Tarihi kaynaklar onun, 1793 yılında, Sadabâd dönüşü, Topkapı Sarayı’ndaki Şevkiyye köşkünde hazırlanmış olan “Frenk Rakkasları”nı, 1797 yılında da “Opera Heyeti”ne temsiller verdirterek izlediğini belirtiyor.

Eserleri

Dinî mûsikîmize ait; âyin, durak, na’t, ilâhi formundaki eserlerinden başka, din dışı mûsikîmizin en büyük formu olan, Kâr‘dan başlayarak beste, semâi, şarkı, köçekçe, peşrev, saz semâîsi olarak, altmış dört eseri biliniyor.

Bazı ünlü bestekârlarla, ortak fasıllar bestelemiştir. Sultan 3. Selim, en çok kendi buluşu olan, Sûz-i dîlârâ makâmını kullanmıştır. Bestelemiş olduğu, Mevlevî Âyini de, bu makamdandır.

Unutulan eserleri de vardır. Elimize bulunan eserlerinin, on yedisi, saz eseridir.
Hazırlayan: Tâhir Aydoğdu

Prof. Dr. İsmail Hakkı Aydın, Sultan 3. Selim’i anlatıyor

Prof. Dr. Alâeddin Yavaşca, Sultan 3. Selim’i anlatıyor

Yorum Bırakın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Scroll to Top