Şeyhülislâm Es'ad Efendi

1684 yılında İstanbul’da dünyâya gelen ve 67. Şeyhülislâm olan Şeyhülislâm Es’ad Efendi, Rumeli kadılarından Alanyalı İbrâhim Efendi’nin torunu, 56. Şeyhülislâm Ebû İshâk İsmail Efendi’nin oğludur. Ayrıca 61. Şeyhülislâm Ebu İshak İsmail Efendi-zâde İshak Efendi’ni kardeşi, 83. Şeyhülislâm Mehmed Ataullah Efendi’nin dedesidir.

Medrese zihniyetinin toplum hayâtına egemen olduğu, resim, heykel özellikle mûsiki ile uğraşmanın günah sayıldığı, bu işlerle uğraşanların “kâfir”likle suçlandığı bir dönemde yetişen Şeyhülislâm Es’ad Efendi, mûsiki ve şiir gibi iki güzel sanatla ilgilenmiş, çağının ilerisinde düşerek bir din adamının uğraşısı olmayan konulara derinlemesine eğilmiş bir ilim adamımızdır.

Böyle bir zamanda dünyâya gelmiş, önce babasından sonra da Mutavelci Mehmed Efendi’den özel dersler alarak, öğrenim hayâtına başlamıştır. Daha pek genç yaşında iken ilim ve sanatta olgunluğa ulaşarak, yirmi altı yaşında “Hâriç” rütbesi ile müderrisliğe atanmıştır. (1710)

Babasının şeyhülislâm olduğu yıllarda, “Sahn-ı Fetvâ Emâneti”ne, kısa bir süre sonra da “Molla” olarak “Selânik Mevleviyeti”ne getirilmiştir. Ağabeyi İshak Efendi’nin şeyhülislâmlığı sırasında ise, “Mekke Pâyesi”ni kazanmış ve Evkaf müfettişliği yapmıştır. 1728 yılında başlayan Avusturya Seferi’nde, ordu kadılığında bulunmuş, “Belgrad Andlaşması” ile biten bu sefer sırasında büyük siyasi rol oynamıştır.

1737 yılında Anadolu Kadıaskeri olmuş ve 1744 yılında da “Rumeli Sadrı”na yükseltilmiştir. Bu görevde on yedi ay kaldıktan sonra azledilmiş, bir süre sonra yeniden aynı göreve getirilmiştir. Akmahmud-zâde Zeynül Abidin Efendi’nin ayrılması üzerine, 20 Ocak 1748 tarihinde ve Sultan I. Mahmud döneminde şeyhülislâm olmuştur.

Bildiğinden şaşmayan, dürüst ve faziletli bir yaratılışta olan Es’ad Efendi, olur olmaz emirlere, yersiz isteklere boyun eğmediği için, bu makamda uzun süre kalamamıştır. Bir yıl, yirmi iki gün süren şeyhülislâmlığından sonra, 11 Ağustos 1749 tarihinde azledilerek, saraya yakın olması, hattâ İstanbul’da bulunması bile sakıncalı görülerek, önce Şam’a, sonra da Mekke’ye gönderilmesi uygun görülmüştür.

Yola çıkmak üzere iken bağışlanarak, Gelibolu’da oturmasına izin verilmiştir. Kısa süre sonra büsbütün bağışlanarak İstanbul’a gelmiş ve Boğaziçi’nde İncirköyü’ndeki yalısına yerleşmiştir.

Kısa süren bir hastalığın arkasından, 1757 yılında vefat etmiş ve babasının Çarşamba civarında yaptırdığı câmiinin mezarlığına, babasının mezarının yanı başına defnedilmiştir. Zaten kendisi de sağlığında bu câmiinin yakınına okul, medrese, şadırvan yaptırmak gibi hayır işlerinde bulunmuştu.

Şeyhülislâm Es’ad Efendi’nin yaşadığı yıllar Osmanlı İmparatorluğu’nun en parlak dönemi idi. Divan Edebiyatı ve Türk Mûsikisi en ihtişamlı yıllarını yaşamıştı. Hâfız Post, Ebû Bekir Ağa, Nazım, Seyyid Nuh, Zaharya, Itri gibi dâhi bestekârlar yetişmiş, “Lâle Devri denen bir dönem açılmıştı.

İşte bu ilim ve sanat hareketlerini benliğinde eriterek, bilgisini ilerleten bu din adamı; şâirlik, bestekârlık, dilcilik, biyografi yazarlığı ve tarım gibi, ayrı ayrı dallarda üne kavuşmuş ve pek çok eserler vermiştir.

Edebiyat alanında; tevhid, münâcat, na’t, kaside, rindâne ve hakimane gazeller ve başka tür şiir örnekleri vermiş, bunları divanında toplamıştır. Divan Edebiyatı’nın ünlü kadın şâirlerinden Fıtnat Hanım, Es’ad Efendi’nin kızıdır. Oğlu Mehmed Şerif Efendi ise, “Hitabet” ustasıydı.

Şeyhülislâm Es’ad Efendi, Itri öldüğünde 27, Nazım’ın ölümünde otuz üç yaşında idi. Kara İsmail Ağa, Bekir Ağa ile çağdaştır. Bir mûsikişinas olarak dini ve din dışı formlarda, değişik makam ve usûllerde beste, ağır semâi, yürük semâi, ilâhi gibi bir çok eser bestelemişse de, notasızlık yüzünden bunların çoğu unutularak, az bir bölümü günümüze gelebilmiştir.

Bu eserlerde, klâsik mûsikimizin bütün anlayış ve geleneklerine bağlı bir bestekâr olarak dikkat çeker. Kesin bir belge yoksa da, ney ve tanbur gibi sazlardan birini çalmış olabileceği tahmin edilmektedir. Dügâh faslını Tab’i Mustafa Efendi ile birlikte bestelediği halde, her nedense eserinde Tab’i’den söz etmemiştir.

Dügâh makâmında ve çember usûlündeİzârın aslında gaddarın diye başlar-gül-gül olmuş dil dağ-dağındır bestesi, hüseyni makâmında “Ey şeh-i kişver-i naz ü nahvet güfteli nakış yürük semâisi klâsik mûsiki repertuvarımızın sadece iki güzel eseridir.

Bunlardan başka rast makâmında ve düyek usûlünde “Mülk-i Cihan sultanı Abdülkâdir Geylani, yine rast makâmında ve Sofyan usûlünde “Çünki bildik mü’minin kalbinde Beytullah var güfteli dini eserleri ile dügâh makâmında “Saydeder bin dili dâm ile zülf-i siyenin sözleri ile başlayan yürük semâi en tanınmış eserlerindendir.

Şeyhülislâm Es’ad Efendi’nin asıl önemi, XVII. yüzyıl sonu ile XVIII. yüzyıl ortalarına kadar yaşamış olan mûsikişinasların kısa hayât hikâyelerini, ölümlerine düşürülen tarih şiirleri ile eserlerinden birkaç örneğin verildiği ve eser sayısının belirtildiği, mûsiki tarihimizin ilk biyografi örneği olan bir mûsikişinaslar tezkiresini yazmış olmasındandır.

Ağır bir Osmanlıca ve anlaşılması güç bir dil ile yazılmış olsa bile, yine de mûsiki tarihimiz açısından en güvenilir ve sık başvurulan bir kaynak niteliğini her zaman koruyacaktır. Kaynak: eksd.org.tr

Bir yanıt yazın