
Türk sanat müziği bestekârlarımızdan Hayri Yenigün; hayâtı, besteleri, sitemde bulunan şarkılarının bütün bilgileri, sözleri, notaları ve video yorumları.
Hayâtı
1893 yılında, İstanbul’un, Kumkapı semti, Nişancı mahallesinde dünyâya gelen Hayri Yenigün, eğitimini önce Tefeyyüz Rüşdiyesi’nde, sonra Kumkapı İdadi Kupkakapı Mektebi’nde ve daha sonra da, Ticaret Mekteb – i Ali’sinde tamamladı.
Tefeyyüz Mektebi’nde okurken, ilk musiki derslerini, Zekâi Dede‘nin talebesi olan, Selahattin Bey’den; nota ve solfej dersleri olarak aldı ve dört yıl süre ile, bu derslere devam etti.
12 yaşında, Aris Şahinyan’dan, keman dersleri aldı. Komşuları olan, Bahriyeli Şihap Bey’den de; usul ve fasıl şarkıları geçerek, musiki bilgisini ilerletmeye başladı. Kemani Memduh Bey’den, pratik keman çalma yolunda faydalandı.
Meşrutiyet’in ilanından sonra, Vefa semtindeki, Kovancılar Musiki Mektebine giden Yenigün, İsmail Hakkı Bey ile tanıştı ve ondan; musiki inceliklerini öğrendi, fasıllara katıldı ve konserlere iştirak etti.
Sesinin güzelliği ve keman çalmasının ustalığı ile sesini duyuran Hayri Yenigün, Bahram Abraham Kasrı’nda yapılan fasıllara, Mısırlı Prenses Fatma Hanım’ın davetlisi olarak katıldı.
İran Musikisi’nin, ileri gelen üstatları olan, Salar-i Muazzez ve Derviş ile tanıştı. İran Musikisi’nin, tarihini ve tekniğini inceldi. Bu inceleme sonunda, “İran Musikisi” hakındaki bilgilerini yayınladı.
Birinci Dünyâ Savaşında, ihtiyat zabiti olarak, Mekedonya ve Filistin’e gitti. Ordunun bozguna uğraması ile, Mısır’da bulunan Zakazik kampında, bir yıl kadar, esir kaldı. Esirlikten sonra, altı ay kadar, Kahire’de kaldı, musiki dersleri ve Arap Muziği’ni inceledi. Hayri Yenigün’ü, Segâh makâmındaki, “Ölürsem yazıktır” şarkısı ile tanırız.
Orhan Seyfi Orhon şiirini, 1929 yılında, semai usulünde besteledi. T.R.T. kayıtlarına ilk giren eseri ise; Yahyâ Kemâl Beyatlı‘nın sözlerini yazdığı, Uşşak makâmındaki “Dün bezminizin bir ezeli neşesi vardı” bestesidir.
Kaynak: musikiklavuzu.com
20. yüzyılın ortalarında, müzik hayâtımızda yaşayan, iki dergimiz vardı. Bunlardan birisi, Musiki Mecmuası, diğeri ise, Türk Musikisi Dergisi idi. Bu dergilerde, müziğimizin sorunsal görüşlerinden, araştırma yazılarına ve anılara değin, birçok konu yer alıyordu.
Bu yazıları yayınlamak, geçmiş büyüklerimizin fikirleriyle, günümüz bakış açısıyla, karşılaştırma yapmak, nostalji ile gerçekliğin hoş birlikteliğine, olanak vermektedir. Dergimizin bir konusu da, geçmiş müzik dergilerinden alınmış yazılarla, sizleri düşünmeye sevk etmek olacaktır.
Konuya vakıf olanlar için de, hoş bir anımsama olacağını ümid ediyoruz. İşte Hayri Yenigün’ün, Türk Musikisi Dergisi’nin, 1948 yılı, Nisan ayında (sayı:6) yayınlanmış baş yazısı: Türk musikisi’nin varlığı, Türk’ün varlığı demektir.
Bir takım zavallılar var ki, bunlar, her vesile ile, Türk musikisine çatmak için, kendi kendilerini ödevlendirmişlerdir. Bunlara göre, dünyâda tek bir musiki vardır. O da, batı musikisidir. Türk musikisi yoktur! Şöyle de misal getirirler.
İşte, derler, isimlerinden belli: Acem aşiran, acem kürdi, isfahan! Taşıdığı bu yabancı isimlerle, nasıl bir Türk Musikisi olurmuş? Musikimizin, orijinal önemini anlamak mazhariyetinden nasipsiz, bu kara talihliler, Türk Musikisinde; Rast, Nihavend, Suzidil, Ferahfeza gibi makam isimlerini duyunca, bunların (İran’dan) ve Hicaz, Uşşak, Muhayyer, Tâhir vs. gibi isimlerle de karşılaşınca, bunların da, Arabistan’dan gelmiş olduklarını söylemekle, davanın halledilmiş olduğunu sanıyorlar.
Kendileri, halis birer Türk olup da, ancak isimlerinin Nevzad, Peyami, Daniş olmalarından, bunlara; Acem; Sait, Cemâl, Şevki vs olanlara da, Arap mı demek lazım? Amerikalılar, İngilizce, Avusturyalılar da, Almanca konuşurlar. Lâkin, ne Amerikalılar İngiliz, ne de, Avusturyalılar Almandır.
Musikimizde; şehnaz, dügah, pençgah, dilkeşhaveran vs. diye anılan ve sayısı 100’ü geçen makamlarımızın, büyük çoğunluğunun adları Farsça olmakla beraber, bu makamatdan İran musikisinde; hümayun, mahur ve segah gibi bir kaçına rastlanır ki, bunların da seyir itibarıyla, musikimize nisbetle, önemli farkları vardır.
İran musikisi tezgahlarında (makamlarında); bidad, ebuata, deşti, efşarı, rak, çekavek vs gibi isimler vardır ve tasnif (şarkı) lerinin düzenleri de, musikimize olduğu gibi, genel olarak bir rübai tarzında; zemin, zaman, miyan, nakaratla mısralanmış şekilde de, değildir.
Türk musikisini, nasıl ve ne suretle olursa olsun, hırpalamak isteyenlerin, bizdeki makam isimlerine bakıp da, musikimizin “İran’dan gelme” olduğuna hüküm vermelerine, bilmem ki ne demeli? Musikimiz, Arabistan da gelme değildir. Aksine olarak yüzlerce yıllardan beridir ki musikimiz, Arap musikisi üzerine tamamen müessir olmuştur.
Mısır’da, Irak’da, Suriye’de velhasıl bütün Arap ülkelerinde, isimleri Farsça olan; suzinak, ferahnak… ve isimleri Arapça olan; Hicaz, uşşak ve yine isimleri Türkçe olan; Karcığar, Hüzzam gibi Türk musikisinin tekmil makamları, Arap musikisinde de olduğu gibi, caridir ve bu memleketlerde okunan ve çalınan bütün bu makamların, esaslarında hiçbir değişiklik yoktur.
Ancak, Arapların tevşih (beste) leri, Türk musikisi makamları çerçevesinde bulunmakla birlikte, lisandaki lehçe farkı gibi, çalınış ve okunuşları, yalnız, tavır itibarıyla arabesktir, o kadar…(Bu yazının yazıldığı zamanlarda, Orhan Gencebay yoktu…)
Bugün bile, Arap musikisinde, ta rast’dan, yegah’a kadar çalınan, bilumum peşrev ve saz semailer, Emin Ağa, Numan Ağa, Rıza Bey, Osman Bey, Salim Bey, Asım Bey ve hatta, merhum Tanburi Cemil Bey gibi, Türklerin eserleri ve öz Türk musikisi makamlarının birer temelleridir.
Klasik Batı musikisi ile uğraşan, Avrupalı müzik bilginleri, Batı musikisinin, 1.Dünyâ Harbi ile beraber, 30 küsur yıldan beri, uğradığı bedbahtlık karşısında, acı acı sızlamaktadırlar.
Avrupa yüksek musiki konservatuarlarının, varlıklarına rağmen, artık Bach gibi oratorio, Wagner gibi, bir Parsifal, Berlioz gibi Sardanapale ibda edecek klasik ve romantik kompozitörler yetiştiremiyor. Bugün, bol bol; foxtrot, tango, rumba, süving (swing) yaratan, caz bestecilerinin; Beethoven’leri, Wagner’leri, symhonies ve sonates leriyle beraber, tarihe sürüklemekte olduğu da meydanda…
Batı musikisinin, belli olan teknik büyüklüğüne, fuzuli tellallık ederken Türk musikisini “müzeye kaldırmak” isteyen kısa görüşlüler, evvela batı musikisinin, maruz kaldığı, duraklamayı ve gelecekteki açık halini düşünerek, onu kurtarmaya çare arasınlar, yeter. Biz buna, fazlasıyla memnun oluruz. Elverir ki, Türk musikisinin varlığına gölge olmasınlar.
Avrupa’nın teknik musikisi, milletlerarası bir musiki olarak, her zaman ele alınır ve bu, yaşayan ve dünyâda çok konuşulan, herhangi bir Batı dilini öğrenmek kadar, lüzumludur. Halbuki dava, Türk musikisinin varlığındadır. Türk musikisinin varlığı, Türk’ün varlığı demektir.
Kendilerini, bu geniş musiki denizinde, modern dans figülerinin dalgalarına kaptırıp da: “Türk musikisi atılmalıdır” teranesiyle, çırpınarak bağıranlar, bu musikinin esrar dolu, sakin ve vakur kayalarına çarparak, her zaman yüzgeri döneceklerine şüphe etmesinler.
İspanya’nın, Romanya’nın, Finlandiya’’nın, Japonya’nın, nasıl bir milli musikisi varsa, bizim de bir Milli Musikimiz vardır. O’nun da adı, Türk musikisi’dir. Bu koca varlık, ne müzelere sığar, ne de yabanlara atılabilir. Bu bizim, öz malımız ve öz dilimizdir.
Dünyâ var oldukça, Türk musikisi, konuştuğu diliyle birlikte, ebediyen yaşayacak ve bu cevheri lâyık olduğu mevkiye yükseltecek bir dahi yetişinceye kadar da, bu nesil, bütün yaygaralara karşı koyarak, o’nu korumakta ve benimsemekte devam edecektir.
Hayri Yenigün
Kaynak: musikidergisi.net